Pavyoncu! Paylaş!

"Ararım… sorarım… ararım seni her yerde, sorarım, ıssız gecelerde İç Ses'im nerede?"
Cıks! Yemedi namussuz! Yine çıkarmadı gıkını! Saat sabahın beşi, mevsim döngüsünün hemen öncesi. Her bir halimle hiperliğim üstümde. Evin içinde voltalıyorum; uzun süredir toz bezi kurutma askılığı olarak kullanılan mekik makinesini bile devreye soktum göbeğimi eritmek için. Şarkılar söylüyorum, şiirler mırıldanıyorum, hiperliği düşürmek için deli gibi şarkı ve şiirlerin hecelerini sayıyorum…
Cıks! Beyin hiperaktivitesi sönmüyor.
En iyi ilacım olan İçimdeki Adam'ı konuşturmaya çalışıyorum. Ama olmuyor. Konuşmuyor aylardır benimle. Deli olmamak mümkün değil -hoş, belki de Deli Selim'in dediği gibi ben zaten bir deliyimdir. Birkaç yıl önce birileri çıkıp bana, "Gün gelecek ve İçindeki Adam'ı konuşturmak için taklalar atacaksın" dese gülmek için koltuktan kalkardım.
"Hey, Tubab! Konuşmayacak mısın? Bak, mekik makinesine bile oturdum belki sportif faaliyet seni uyandırır diye? Tamam, mekik çekmeden kalkmış olabilirim ama burada önemli olan niyetti…"
Çalışma odama geçiyorum. Bilgisayardaki mesajları silerken İstanbul'un en iyi liselerinden birinde yatılı okumaya başlayan kördaşımın ismini görünce kıs kıs gülüyorum. Sorduğum soru üzerine, "Koğuş 25 kişilik Murat Abi" yanıtını aldığımda da aynı şekilde gülmüştüm. "Sana bol şans diliyorum" dedim o gün ona. Çünkü 25 kişilik liseli koğuşundan daha beter olan tek şey 50 kişilik acemi ocağı koğuşudur! İkisinde de gürültüyü duymamak ve havasızlıktan boğulmamak için şansa ihtiyacınız vardır.
Tekirdağ'da Anadolu Lisesi'nde yatılı okuduğum bir yıllık dönem geliyor aklıma. "Ne güzel günlerdi di mi, İç Ses?" diye soruyorum İçimdeki Adam'a. Yanıt vermeyeceğini bildiğim için dalıyorum anılar denizine…
Yatılı okullar keyifli olduğu kadar zordur da… İnsan, uygun zamanda hamle yapmayı ve geri çekilmeyi en iyi şekilde yatılı okulda öğrenir. Yeri geldiğinde dik başlılığın keyfini sürer, yeri geldiğinde yalnız kalarak bedel ödersiniz. Ama her hâlükârda eğlencelidir yatılı okullar.
Öte yandan şimdiki yatılı liselerle geçmiştekiler arasında dağlar kadar fark var. Eskiden, bireysel eğlence için dandik bir tetris ve walkman dışında bir şey yoktu; onlar da deli gibi pil tükettiği için kullanılmazdı. Şimdi her yer telefon, tablet, dizüstü bilgisayar dolu… Yatılı okulun keyfi fırlamalık ve haylazlıktır. Bu nedenle günümüzde yatılıların koridorlarında bulunan güvenlik kameralarının birçok eğlencenin baş düşmanı olduğu söylenebilir. Bizim okulun müdürü, adı Kemal Bey'di sanırım, süpürge canavarlarını tespit etmek için haftalarca akla karayı seçmişti.
Süpürge canavarlığı benim okula başlamamla aynı dönemde türemişti. Okullar başladıktan on gün sonra açılan kontenjanla yatılıya dahil olan altı öğrenciden biriydim. Bu nedenle baş şüpheliler arasındaydım. Gerçek suçluysa yanlış hatırlamıyorsam Serhat adlı bir çocuktu. Ortaokulu da yatılı okumuştu. Serhat'ın okula getirdiği süpürge canavarlığı korkunç bir hızla tüm sınıflara ve koğuşlara yayıldı ve en popüler şaka hâline geldi.
Olay çok basitti. İki kişi kendine bir kurban seçiyordu. Biri kurbanı konuştururken diğeri süpürge ile arkadan sessizce yaklaşıyor ve süpürgenin bir buçuk metrelik sopa kısmını kurbanın bacak arasından hızlıca geçirerek diğer tarafa uzatıyordu. Kurbanı meşgul eden adam sopayı kavradığı gibi cart diye havaya kaldırıyordu. "Hopp! Hoppp!" diye slogan atılırken her iki taraftan sıkıca tutulmuş sopanın üstündeki kurban sektiriliyordu. Tabii bu kurbana berbat bir acı veriyordu… Hani filmlerde var ya bacak arasına diz atma sahneleri? İşte oradaki heriflerin yüz ifadesi kurbanın suratına yapışıyordu.
Bu berbat şakadan iki şekilde kurtulabiliyordunuz: Birincisi sopaya hızlıca sarılıp yeni sektirmelerin gelmesini önlemeye çalışarak -ki bu genelde ya işe yaramazdı ya da uçan süpürgeden düşen büyücü misali yere yapışmanıza yol açardı. İkinci kurtuluş yolu şiddetti. O dönemde süpürgeler, fırçalar ve çekçeklerin sopaları hafif metalden değil, fazla sert olmayan kavak ağacından yapılırdı. Bir elimizle sopanın hareketini kısıtlamaya çalışırken diğer elimizin bilekle birleştiği yerin hemen altını kullanarak son gücümüzle sopaya vurmayı denerdik. Eğer isabet ederse sopa kırılırdı ve tabii ki herkesin ilk hamlesi sopayı kırmak yönündeydi. Hem prestijli hem de en acısız yol buydu.
Katlarda ve koğuşlarda kırılan sopa sayısı katlandıkça öğretmenler sınıflarda sözlü uyarıya başlamıştı. Zaten onlar da şakanın varlığını öğrenmişti. Uyardılar, işe yaramadı; süpürgeleri bir dolaba kapattılar, dolabın kilitleri kırılarak süpürgeler çıkarıldı; süpürgeler bir odaya kondu, evden getirilen anahtarlarla kapılar açıldı. En sonunda çareyi her sınıfa ve koğuşa ayrı temizlik takımı verip bunları öğrencilere zimmetlemekte buldular. Süpürge kırılınca da sopasını değiştirmeyip kısacık süpürgeyle yerleri süpürmemizi beklediler. Ama tabii yatılı okulda kim takar yerdeki tozu, çamuru? Haftada bir koğuşlar yıkanıyordu, fırçalar ve çekçekler de aynı şakanın kurbanıydı.
En sonunda bir akşam Kemal Bey etüt sonrası bizi topladı. Biri onun katındaki süpürgeyi de kırmıştı. Kısa bir söylev çektikten sonra "Madem akıllanmıyorsunuz, keyfiniz bilir" dedi. Ertesi gün hiçbir sınıfta ve koğuşta süpürge, fırça, çekçek takımı bırakılmadığını gördük. Tabii ki kimse umursamadı. Ama iki gün sonra sabah, yatakhaneden sınıflara geldiğimizde her katta sopaları demirden üçer adet temizlik takımı olduğunu gördük. Kemal Bey çok keyifliydi. Bize müstehzi bir gülümseyişle "Hop hop sekersiniz artık, çocuklar!" dedi.
Bu gelişmeden sonra tam bir dram yaşanmaya başladı. Çünkü demir sopalar değil yumruk, tekme atsan kırılmıyordu. Tercih basitti: Ya sekersin ya da kendini yere atarsın. Kısa sürede "sünnetli" sayısı arttı. Şaka kurbanı olan ve birkaç kez sektirilenler sünnetli çocuklar gibi yürüdüğü için onlara "sünnetli" denirdi. Tabii sünnetliler dışında eli ve bileği sargı beziyle sarılanların sayısı da katlanarak çoğaldı. Neyse ki bir süre sonra herkes birkaç kez sünnet olduğu için süpürge canavarlığı seyrek yaşanılır olmuştu.
Yatılı okulda ağır şakalara maruz kalanlar uykusu ağır olanlardır. Bunu öğrenmeniz uzun sürmez. Bana ilkin diş macunu şakası yapılmıştı. Gece uyurken kafama diş macunu sıkmaya çalışmışlardı. Neyse ki iş çok ilerlemeden uyanmıştım ve şaka patlamıştı. Ama uyanmayanlar için bu şaka berbat bir sonuç doğuruyordu. Hele ki musluktan sıcak suyun akmadığı soğuk kış sabahlarında… Macunu temizlemeye çalışanların parmakları buz keserdi.
Diğer bir diş macunu şakası vardı ki ben de onun kurbanları arasındaydım. Bu şaka, diş macunu tüpünün boşaltılıp ardından pet şişeden kesilip minik bir huni hâline getirilen aparatla tüp içindeki tıraş köpüğünün diş macunu tüpüne konmasıyla hazırlanırdı. Dolabınızı kilitlemeden dışarı çıktığınız bir anda tüpler değiştirilirdi. Lavaboya bir sonraki gidişinizde fırçanıza macun sandığınız tıraş köpüğünü sıkar ve dişlerinizi onunla fırçalardınız. Buna şahit olan arkadaşlarınıza da gülme krizine yakalanmak düşerdi…
Uykusu ağır olanlar aynı zamanda kazanç kapısıydı. Bence okulumuzdaki en vicdansız şakalardan biri de kuşkusuz "asetoncu" şakasıydı. Genelde son sınıflar yapardı bu şakayı. Alt sınıflardan birinin yaptığını duyduklarında bir şekilde bedel ödettikleri için diğer devreler bu iş için son seneyi beklerdi. Uykusu ağır olan öğrenciler tespit edilir ve genelde evci izni dönüşünde sabaha karşı indirilirlerdi.
Şaka, kurbana sessizce yaklaşılıp yorganının çekilmesiyle başlardı. Hemen ardından bir kelebeğin kanadını okşar gibi yumuşak hareketlerle eller açığa çıkarılırdı. Kurbanın soluk alışları kesintisiz uyku modunda devam ediyorsa kısa bir süre beklendikten sonra tırnakları kırmızı oje veya boyayla boyanırdı.
Tabii ki o gecenin sabahında tuvaletlerin önünde asetonlu veya tinerli pamuk satan bir son sınıf öğrencisi olurdu. Gece boyunca avladıklarını sabah tuvaletler önünde gülümseyerek karşılarlar ve uygun bir fiyatla kimyasala bulanmış pamuk satarlardı. Kırmızı oje işi tam bir çaresizlikti. Benim yan ranzada yatan bir çocuğun uykusu çok ağırdı. Çocukcağız, şakazede olduğu her seferde tırnaklarındaki ojeyi kolonyayla dakikalarca çıkarmaya çalışsa da başarılı olamazdı. Ama tabii yatılı okullarda çare her zaman beladan sonra gelir. Aynı şakaya maruz kalmaktan bıkan arkadaşımız, tırnakları Üçüncü kez boyandıktan sonra eldivenle uyuma geleneğini başlatarak uykusu ağır olanlar arasında idole dönüşmüştü!
Bir diğer şaka Bardakfener'di. Rivayete göre fanatik bir Galatasaraylı tarafından geliştirilen bir şakaydı. Üç veya dört kişilik saldırı timi, sabaha karşı kurbanın yanına gelirdi. Yanlarında büyük boy iki plastik bardak olurdu -ki sabahları çayı bol alabilmek için genelde altı yüz santilitrelik bardaklar kullanılırdı. Bir bardaktaki su boş bardağa yavaş yavaş boşaltılır ve şırıl şırıl bir ses döngüsü oluşturulurdu. Buradaki amaç kişiyi altına işetmek değildi. Bu aşamada altına işeyen birini hiç görmedim zaten. Bardak boşaltanın nihai hedefi kurbanı uyandırmaktı. Saldırı timinin diğer elemanları ellerindeki fenerlerle sessizce beklerdi. Kurban gecenin köründe tuvalete gitmek için gözlerini açtığında Fenerciler çenelerinin altında tuttukları feneri yakar ve "Hiaaaaaa!" diye bağırırlardı.
Ne yalan söyleyeyim, benim en eğlenceli bulduğum şaka buydu. Çünkü kurban bazen öylesine dehşet verici bir çığlık atardı ki saldırı timindekiler çığlık yüzünden zıplardı ya da çocuk yatakta sıçrarken kolu bacağı Bardakçı'ya çarpar ve onun üstünü ıslatırdı; ranzadan düşerdi; çığlık attıktan sonra koşarak koğuştan çıkardı… Bir şekilde kahkaha krizine sebep olacak bir şeyler olurdu.
Tabii ki bu şakaların hepsinin temel nedeni öğrencilerin güvenliğini sağlamak için tutulan gece nöbetleriydi! Her gece, altı koğuşun bulunduğu katta ikişer saatlik periyodlarla iki öğrenci nöbet tutardı. Fırlamalar kendilerine nöbet düştüğünde asla uslu uslu kalorifer dibinde oturmaz illâ ki birbirlerine musallat olurlardı.
Bizim sınıfta Emre adında bir çocuk vardı. Ud çalan ve Coşkun Sabah'a tapan bir çocuktu. Saçlarını sürekli biryantinlediği ve üşenmeden her akşam pantolonunu ütülediği için lakabı "Süslü" idi.
Süslü, her sabah hiç aksatmaksızın ses tellerini yumuşatma umuduyla çiğ yumurta içerdi. Sonra kahvaltıya iner süt tozundan yapılmış berbat sıcak içeceği indirirdi mideye. Genelde şarkı isteklerini hiç kırmaz büyük bir keyifle udunu tıngırdatarak söylerdi. Hatta The Beatles'ın "Yesterday" şarkısını uduyla söyleyecek, "Oh, I believe in yesterday" mısrasını Coşkun Sabah gibi gülerek zikredecek kadar coştuğu anlar bile olurdu. Süslü, kariyerine yumurta karşılığı şarkı söyleyerek başlamış bir udiydi! Biz çok gülerdik buna. Yarı şamata yarı ciddiyetle akşamın bir saatinde birinci sınıflardan birileri ellerinde üç dört yumurtayla koğuşa gelirdi. Yumurta karşılığı şarkı söyletirlerdi Süslü'ye.
Ama tabii yatılı okulların kralları her zaman son sınıflardır. Bizde de öyleydi. Biz Süslü'ye, Süslü diye seslenirdik ama üst sınıflar ona "Pavyoncu" derdi. Yumurta karşılığı şarkı söylediği bir gece odadaki biri geyik olsun diye çakmak yakıp elini sağa sola sallamış… O gün Süslü'nün adı Pavyoncu'ya dönmüştü. Ama tabii Süslü bundan hiç hoşlanmazdı, aynı devreden olanlara tepki gösterirdi ama üst sınıflara ses çıkaramazdı.
Haydi, yazıyı Süslü'yle ilgili bana ve o an koğuşta bulunanlara dakikalarca kahkaha attıran kısa bir anıyı anlatarak bitireyim. Bir akşam koğuşta bir yandan muhabbet edip diğer yandan birleştirdiğimiz iki ranza üstünde pis yedili oynuyorduk. Aniden kapı açıldı; ama o kadar hızlı açıldı ki Psiko dediğimiz öğretmenin nöbetçi olduğundan ve baskına geldiğinden korktuk. Fakat gelen son sınıflardan biriydi. Yarım adım atıp koğuşa girdi. Parmaklarının üstünde yükselip koğuştaki sekiz ranzayı taradı. Aradığını bulamayınca hafif eğilip alt katlara baktı ve Süslü'yü gördüğünde bağırdı:
"Lan Pavyoncu! Yukarı gel, sana ekstra çıktı!"

Sayfa: 13/54