Sosyal medya iletisi Paylaş!

Dingo'nun Ahırı'nı okuyan tayfa takımından biri nazik bir dille, "Başka var mı ulan böyle mevzu?" diye sordu. "Bir düşüneyim?" dememin hemen ardından, "Köprüaltı çocuğu musun sen?" deyişi geldi aklıma. Bunu, çocuk yaştayken boyumu aşan bir işi yalnız başıma halletmeye çalıştığımda annemden duymuştum. Sonrasında da deyişin nereden geldiğini bir kitaptan öğrenmiştim. Hikâyesi şöyle:
ޞu an "Galata Köprüsü" olarak bilinen yerde "Eski Galata Köprüsü" adıyla bir süre daha farklı yerlerde hizmet veren başka bir köprü vardı. Doğrusunu söylemek gerekirse çocukluğumda balık ekmek tıkındığım yerdeki Eski Galata Köprüsü şimdikine kıyasla -en azından görünüş olarak- daha bir güzeldi ve oraya kesinlikle ama kesinlikle daha çok yakışıyordu.
Ancak köprünün hem kendisi hem de mimari teknolojisi hayli eskiydi. ޞişhane kıyılarındaki tersanelere giriş-çıkışları engellenmemesi amacı ve yetersiz teknoloji nedeniyle köprü parçaları zamanında devasa dubalar üzerine yerleştirilmiş. Böylece ihtiyaç duyulduğunda üstteki kilitler açılıyor, tekneyle iki köprü parçası açığa çekiliyor ve aradaki boşluktan tersanelere belli aralıklarda giriş-çıkış yapılıyormuş. Ancak duba işinin iki dezavantajı varmış. Birincisi, sık sık delinip su aldığı için köprü yan yatarmış. İkincisiyse kapladıkları alanın genişliği yüzünden temiz su akışını aşırı yavaşlattıkları için Haliç'in daha da bir kötü kokmasına yol açmasıymış.
Her neyse… "Köprüaltı çocuğu" deyişinin çıkış noktası Galata Köprüsü'nün dubalarıymış. Özellikle sonbahar ve kış aylarında soğuk havadan korunmak isteyen evsizler burayı mesken tutarmış. İçi çok da geniş olmadığı için çoğunlukla çocuk yaşta denilebilecek evsizlerin uğrak yeriymiş. Soğuk havadan kaçan çocuklar, yanlarına nevalelerini de alıp dar merdivenlerden dubaların dibine iner, dar alanda vücut ısıları ve alkolün de etkisiyle dış ortamın soğuğundan korunurlarmış.
Bir süre sonra bu durum halk arasında "köprüaltı çocuğu" ifadesinin doğmasına sebep olmuş. Kimsesizmiş gibi kendi başına aşırı yük altına girenlere aileleri, "Köprüaltı çocuğu musun sen?" cimlesiyle sitem ederken kimi zamanda yalnız olmadığını karşı tarafa anlatmak isteyenler, "Köprüaltı çocuğu değilim ben!" demeye başlamış. Aslına bakarsanız bu deyiş, daha yaygın olarak bilinen "yerden bitme mantar"ın bir benzeri. Ama daha canlı, gerçekçi ve yaşanılmış bir olaydan doğmuş hâli.
Notumsu: "Hangi kitapmış okuduğu acaba?" diye düşünenler olabilir. Yüzde yüz emin olmamakla birlikte ortaokul sıralarındayken okuduğum bir Aziz Nesin kitabında anlatılıyordu. Nesin'in, kendi hayat hikâyesini anlattığı serinin ilk cildi olan "Yokuşun Başı" kitabındaydı. Trajik ama bilinmesi gereken Türkiye manzaraları olan bir kitap serisiydi. Merak uyandırmak adına kitaptan aklımda kalan başka bir detayı da tek cümleyle geçeyim: Tıp, o dönem o kadar geriymiş ki, "Bu hastalığa iyi gelir" denerek verem hastaları, kömürlü kazanlarla bol bol dumanı tüten gemilerin demir attığı limanın hemen dibindeki Haydarpaşa Hastanesi'nde tedavi edilirmiş!

Sayfa: 44/516