Zeytin Ağacı Paylaş!

Sesli versiyonunu dinlemek için tıklayın!

Paslanmaya yüz tutmuş demir kapının önünde duraksadı. Gözleri, yamacın eteklerinde beyaz köpükler saçarak sahili döven dalgalara takıldı. Denizi, masmavi gökyüzüyle birleştiren ufuk çizgisine dek takip etti. Ciğerlerine çektiği havanın mı yoksa düşüncelerinin mi soluk alışını güçleştirdiğini bilmiyordu. "Anneannee?" seslenişini duyunca bakışlarını ufuktan uzaklaştırdı. "Eğer fikrini değiştirdiysen daha sonra da gelebiliriz?" Başını çevirip genç kıza gülümsedi: "Hayır, tatlım. Bugün olması gerekiyor" diye mırıldanırken genç kızın koluna girdi.
Kilit taşları döşenmiş dar patikada ilerlerken gözlerini kumlu taşlardan uzaklaştırmamaya çalıştı. Attığı her adımda ağırlaşan duygu yüküne inat daha dik yürümeye çabalıyordu. İlerledikçe, düşünmek ve harekete geçmek arasındaki farkı daha iyi anlıyordu. Üç yıldır birçok kez bu anı düşlemişti. Ne yapacağını, neler söyleyeceğini tasarlamış ve bunu hayata geçirecek gücü toplamaya çalışmıştı. Ama şimdi anlıyordu ki, hayal edilenlere hazırlanmak, hayatın getireceklerine sarmalanmış hisleri değiştirmeye yetmiyordu. Torununun, "Burası…" dediğini duyunca damarlarında akan kanın kesildiğini hissetti. Başını yerden fazlaca kaldırmamaya özen göstererek çevresine bakındı. "Ben ileride seni bekleyeceğim, anneanne." Sesinin titremesinden korktuğu için sadece başını sallamakla yetindi. Birkaç adım atıp yemyeşil çimenleri çevreleyen beyaz mermerin ucuna ilişti. Bakışlarını diğer tarafa çevirmeye hazır olmadığını anlayınca gözlerini dalgalara dikti.
Atmış yedi yaşındaydı. Her şey elli küsur yıl önce Akdeniz'e kıyısı olan küçük bir kasabada başlamıştı. Çocukluğunun en güzel yıllarıydı… Huzuru, güvende olma hissini, dostluğu ve en önemlisi sevgiyi sonuna kadar duyumsadığı zamanlardı. Onunla, aralarındaki sevginin tam olarak ne zaman başladığını kesinkes bilmiyordu. Daha doğrusu ikisi bu konuda bir türlü uzlaşamamıştı. Adam, onu gördüğü ilk günü "başlangıç" olarak nitelendiriyordu; kadına göreyse okul çıkışında onun verdiği ilk şiirdi her şeyin milâdı…
Asker kızıydı… Çocuksu duygulardan uzaklaşıp yeni bir dünyaya yelken açtığı günlerde öğrendi babasının tayininin çıktığını. On beş yaşındaydı. İstemiyordu bu kasabadan, çocukluğundan ve ondan ayrılmayı. Yaşamını değiştiremeyecek kadar büyümemiş olmasına öfkelendi günlerce. Onunla vedalaşmak için deniz kıyısındaki zeytinliğe yürürken üzgündü. Hâlbuki oraya her zaman yüzündeki kocaman gülücükle koşarak gider, içi içine sığmaz ve heyecanla karışmış çocuksu bir aşk duyumsardı. Ama o son buluşmalarıydı… İçindekileri nasıl dile getireceğini bilmiyordu. Oysa zeytinliğe varıp onu gördüğünde zihnindeki hüzün bulutları dağıldı. Ertesi gün buradan gideceğinden hiç bahsetmeden ağacın altında saatlerce konuştular.
Beyaz mermerin ucuna ilişerek oturan kadın aniden gülümsedi. Çocuğun, cebinden çıkardığı kâğıdı uzatırken gözlerinin çevresinde oluşan kızarıklığı bile anımsıyordu. Utangaç bir tebessümle, "Senin için yazdım…" dediğinde bu şiirin ilkinden çok daha özel olduğunu anlamış ve içi sıcacık olmuştu. Kadın, çantasına uzandı. Kat yerlerinden yırtıldığı için bantlanmış eski kâğıt parçasını çıkarıp özenle açtı. Bakışlarını mısraların üzerinde dolaştırdı:
"Akdeniz'e bakıyorduk, zeytin ağacının altında / Geçmiş günlerin anılarıyla umudumuza / Burkulmaktan yılmamış usumuzla çocukluğumuza / Akdeniz'e bakıyorduk; el ele, yan yana / Düşsel bir oyuncaktı aradığımız / ޞairin, bulup da yitirdiği bir oyuncak / Ama sen her zaman düşlerimdeydin zaten benim / Ve ben seni, o şair gibi kaybetmeyeceğim…"
Kadının yüzünde buruk bir tebessüm belirdi. O gün, onlarca kez okumuştu şiiri. Ardından "düşsel oyuncağın yitirilişini" mısralara döken "Acılara Tutunmak" şiirini zihnine kazımıştı. Dizeleri tüm benliğiyle duyumsamış ve yitirilmemeyi istemişti… Eve doğru giden patikada yapıştı yakalarına ayrılık acısı. Aldıkları her nefes yaz sıcağında donuyordu sanki. "Bana yazmayı unutma…" dedi çocuk ve sonra çivit mavisi gözleriyle bir süre bakıp hiçbir şey söylemeden koşarak uzaklaştı. Onun, vedalaşmalardan nefret ettiğini o gün öğrenmişti.
Taşındıkları şehrin kasvetinden uzaklaşmak istediği her an kâğıt-kaleme sarıldı. Yazdı… Hayallerini, üzüntülerini ve her şeyi ne kadar çok özlediğini. İki yıl boyunca ondan aldığı onlarca mektup en büyük dayanağıydı. Ama 12 Mart 1971'de her şey bir anda değişti. Sabah uyandığında babasını radyo başında Cumhurbaşkanı'na sunulan askeri muhtırayı dinlerken buldu. Babasıyla beraber dinlediği cümlelerin kâbusa dönüşmesi uzun sürmedi. Gencecik fidanların idam edilmesine kadar varacak olan insan avı başladı. Suçlu-suçsuz ayrımı yapılmadan yaşanan kargaşada babasının kısmetine düşense kuş uçmaz, kervan geçmez bir yere sürgün edilmekti. Apar topar girilen taşınma sürecinde yapabildiği tek şey ona yazıp yeni adresini bildireceğini söylemek oldu. Sürgünden gönderdiği ilk mektup "adreste bulunamadı" damgasıyla geri döndüğünde her şeyin bittiğini anladı. Emin olduğu tek şey, aynı damganın vurulduğu başka bir mektubun da ona iade edildiğiydi.
Aradan geçen yıllar çocuksu bir aşkın kırıntılarını içinde bıraktı. Zihnine eşlik eden ufku her geçen gün genişliyordu. Üniversite anfisine adım attığı ilk gün yaşamla mücadeleye hazır olduğunu düşündü. Bir gün dünyayı değiştireceğine inandığı fikirlerin peşinden koşuyordu. Onu asıl mutlu eden şey yalnız olmadığını bilmekti. Üniversitedeki dört yıl boyunca dur durak bilmeden okudu, öğrendi. Bir ilkokulda ders vermeye başladığında en büyük hayali, zihninde yanan meşaleyi küçüklere teslim etmekti.
Bir pazar günüydü… 1 Mayıs 1977'nin ılık ilkbahar sabahında Taksim'e yürürken düşlediği tek şey sömürüden uzak eşit ve adil bir dünyaydı. Emek için yürüyecekti; onları vatan haini olmakla suçlayanlara inat haykıracaktı memleket sevdasını. Zamanı gelmişti… İstanbul, onların sesiyle yankılanacaktı. Her geçen saniye coşkusu artan sesleri işittikçe içindeki inanç daha da büyüyordu.
İlk kurşun, meydanın yanındaki otelin üst katlarından ateşlendiğinde patlama sesi sloganlar altında ezildi. Bir sonraki kurşun, kültür merkezinin çatısından baruta karışmış öfke ve nefretle sıkıldı. Binlerce insan, üçüncü kurşun sesi yankılanmadan önce bir anlığına duraksadı. Dördüncü, onuncu, kırkıncı kurşun havada donakalmış nefesleri vurdu ilk önce. Hiç tanımadığı ve birkaç dakika önce suyunu paylaştığı emekçinin kafasından fışkıran kan, yüzüne sıçradığında kıpırdayamadı bile. Çığlıklar… Silah seslerinin altında yankılanan haykırışları işittiğinde dahi yüzünde hissettiği sıcak sıvıya takılmıştı aklı. Yiğitlikten uzak patlama seslerinin devam etmesiyle meydanda yankılanan sesler feryat ve figana dönüştü. Birkaç saniye önce yanı başında yere yığılan emekçinin cansız bedenini çiğneyerek kaçmaya çalışan insan seline kapıldı. Zihni, bomboştu. İtişen insanların ivmesiyle ciğerleri sıkışıyor, soluksuz kalan fikirleri ölüme mahkûm ediliyordu. Dört bir yana kaçmaya çalışan kalabalık içinde Harbiye yönüne doğru birkaç dakika daha sürüklendi. Ayağının taşa ya da bir emekçinin cansız bedenine takılmasıyla önündeki adamın sırtına doğru sendeledi. Tek ayağının çıplak kaldığını fark etmesi uzun sürmedi. Ansızın yüzüne çarpan bir dirsekle yere serildi. Onu çiğneyerek ilerlemeye çalışan insanlara durmaları için haykırması ve yalvarması hiçbir işe yaramadı. Her geçen saniye bedeni daha da eziliyor, doğrulmak için çabalıyor ama her seferinde ölümden kaçan ayaklara yeniliyordu. Sadece birkaç metre ileride alanın genişlediğini biliyor olsa da sonun yaklaştığını hissetti. O an ismini haykıran babasının sesini işittiğini sandı. Birkaç yıl önce vefat eden babasının sesini duymak sonun başlangıcıydı sanki. Gözleri kapanmadan önce hatırladığı son şey onu sıkıca yakalayan bir el ve ardından bedeninin havaya yükselişiydi.
Kısa süre sonra bilinci tekrar benliğiyle buluştu. Çığlıklar devam ediyordu… Her yer ölümden kaçan insanlarla doluydu. Baktığı her şey ters duruyordu… Uzun saçlarının, zemine doğru salındığını fark edince bir adamın omzunda koşar adım bir yere doğru ilerlediklerini anladı. "İndir beni!" diye haykırdı. Sesinin, uğultular arasında kaybolup duyulmadığını anlayınca tekrar haykırdı: "İndir beni!" Adam, kadını omzundan indirdi. Bir an bile duraksayıp arkasına bakmadan kadını bileğinden yakaladığı gibi ilerlemeye devam etti. Koşarcasına atılan her adım onları feryatlardan uzaklaştırsa da nefesi tükenmişti. "Bırak!" diye bağırdı. Ama adam onu duymadı bile. Birkaç saniye sonra çıplak ayağı taşa takıldı ve tek dizinin üstüne düştü. Bileğini, sertçe geri çekerek adamın elinden kurtardı. Zihninde hissettiği acı ve öfkeyle, "Kimsin sen!" diye haykırdı.
Adam, yavaşça yüzünü döndüğünde son nefesini tüketen kelimeler havada asılı kaldı. "Sen…" diyebildi fısıltıyla. Yeni bir silah sesi işitildi. Adam, sırtından vurulmuşçasına gözlerini kısarak yüzünü buruşturdu. Bir silah daha patladı uzaklarda. Her silah sesi, adamın yüzünde bir irkilişe sebep oluyordu. Kadın, bir adım geriledi. Bakışları, adamın çivit mavisi gözlerine sabitlenmişti. Bilincini kaybedip bir rüyanın içine mi düşmüştü? Emin olamadı. Ne yapacağını bilmez hâlde bir adım daha gerilerken adamın sesini işitti: "Seni, kaybetmeyeceğimi söylemiştim…"
Beyaz mermerin ucuna ilişerek oturan kadın, Akdeniz'den esen bir rüzgârla düşüncelerinden uzaklaştı. Beş kişinin yiğitlikten uzak kurşunlarla, yirmi dokuzunun insan seli altında boğularak ve ezilerek can verdiği gün sevdiği adam onu tekrar bulmuştu ve o andan sonra birbirlerini kaybetmemişlerdi. Tâ ki, üç yıl öncesine kadar…
Yavaşça ayağa kalkıp baş ucuna zeytin fidanı dikilmiş kabrin diğer tarafına doğru birkaç adım attı. Eliyle mezar taşının üstündeki tozu sildi. Son günlerinde, "Bedenimin uyuyacağı gömütlüğe bir kezden fazla gelmeni istemiyorum" demişti adam. "Çünkü bu bir veda değil, düşlerimizde asla ayrılmayacağız." Kadın, kol çantasına uzanıp yanında getirdiği kitabı çıkardı. Bantlarla yapıştırılmış eski kâğıt parçasını katlayıp kitabın içine koydu. Bu, yıllarca şiir yazmaya devam eden adamın yayınlanmış kitaplarından derlenen ve yeni basılmış bir seçkiydi. Kadın, kitabı aralayıp burnuna yaklaştırdı ve derin bir nefes aldı. İlk kitabı postayla eline ulaşınca onu koklayan adamın söylediklerini hatırlamıştı: "Senden ve çocuklardan sonra vazgeçmeyeceğim yegâne şey yeni basılmış kitaptaki tutkal kokusudur!"
Kadın, kitabın birkaç sayfasını çevirerek ilk çocukları dünyaya geldiğinde adamın yazdığı şiiri okudu. Kitapta, kırk üçü adama ait olmak üzere toplam kırk dört şiir vardı. Son şiir, henüz bir çocukken adamın kendisine verdiği notta yazan Nazım Hikmet'e ait şiirdi. Kitabın son sayfasını açıp mısralara göz gezdirdi: "Biz de bilirdik yâre giderken / Menekşe yollamasını / Ama arkadaşlar açtı / Yedik menekşe parasını."
Yüzünde beliren tebessümün hemen ardından gözlerinin dolduğunu hissedince dudaklarını ısırdı. Ağlamayacaktı… Ona söz vermişti. Buraya ilk ve son kez gelişinin sebebi, ona yeni kitabının kokusunu armağan etmekti. Yanında getirdiği saksı küreğini çantasından çıkardı. Elini yeşil çimlerin üstünde hafifçe dolaştırdıktan sonra onun, kalbine denk geldiğini varsaydığı yere küçük bir çukur açtı. Zihninden geçen düşüncelerin sürükleyişine teslim etmişti ruhunu. Bilincine yayılan her anı, yüzünde yeni bir tebessüm yaratıyordu. İşi bitince ufak küreği bir kenara bırakıp biraz soluklandı. Çantasına uzanıp iki mermer parçasını ve küçük bir tüpteki yapıştırıcıyı çıkardı. Kitap genişliğinde kesilmiş mermerin çevresine, kitabın kalınlığıyla aynı hizada dar mermer parçalar yapıştırılmıştı. Kitabın arka kapağındaki fotoğrafa bir süre baktı; ardından kitabı mermerin içine yerleştirip üstü kazılı diğer parçayla yapıştırdı. Kırışmaya yüz tutmuş parmaklarını, mermere kazınmış harflerin üstünde yavaş yavaş dolaştırdı. Garip bir boşluk duygusu zihninde ona eşlik ediyordu. Hiçbir şey düşünemiyordu; emin olduğu tek şey onun söylediği gibi bu ziyaretin bir vedalaşma olmadığıydı. İki mermer arasında mühürlenmişçesine kalan kitabı açtığı çukura yerleştirdi. Kenardaki toprağı elleriyle çukura yığıp hafif dokunuşlarla bastırdı.
Bakışları, toprağa bulanmış ellerine takıldı. Bir süre hiçbir şey yapmadan Akdeniz'in beyaz köpükler saçan dalgalarını seyretti. "Seni…" dedi sessizce. Çatallaşan sesini duyunca yutkundu. Aynı kelimeleri birkaç gün önce mermer ustasına yazdırdığı an aklına geldi. Cümleyi mermere kazırken virgülün nereye konulması gerektiğini, nerede satır atlatacağını tarif ederken sesi şu ankinden çok farklıydı. Yüzüne doğru esen bir rüzgârla gözlerini kapadı. Zihninde, onun gülümseyen yüzünü ve sesini hayal etti. Bir kez daha, "Seni…" diye fısıldadığında sesi daha güçlü çıkmıştı. Onu düşlemeye devam ederken mermere kazınmış cümleyi Akdeniz'e karşı mırıldandı:
"Seni, sen yokken bile sevmeye devam ettim…"

Sayfa: 6/54