Bir Kör Öyküsü: Kovgit Paylaş!

Sesli versiyonunu dinlemek için tıklayın!

Bilgi: Öyküde, az gören/görmeyen bireylerin sokaklarda yaşadığı ve körler tarafından hoş görülmeyen olaylar mizahi bir dille hikâyeleştirilmiştir. Yıldız sembolüyle (*) işaretlenmiş yerler; görmeyenlerin sık sık karşılaştığı "gerçek" cümleleri, rahatsız edici davranışları veya yazımdaki yerine göre "doğru görülen" hâlleri ifade etmek için kullanılmıştır.

Bir Kör Öyküsü: Kovgit
Bengüç, haritada işaretlediği konuma ulaştığına dair bildirimi kablosuz kulaklığında işittiğinde saat öğleye yaklaşıyordu. Sahilin kıyısında yer alan açık hava kafeteryasının girişini bulması zor olmadı. İçeride birkaç adım atmıştı ki, sol taraftan gelen, "Hoş geldiniz…" seslenişini duydu. Hiç gereği yokken dışarıdan yapılan ve "yardım" olarak nitelendirilen müdahalelere o kadar alışmıştı ki,(*) sesini işittiği kadının yanında bitmesinin an meselesi olduğunu düşündü. "Arkadaşınız yaklaşık yirmi adım ötede, sağ taraftaki bir masada oturuyor. Ortalıkta işinizi zorlaştıracak sandalye yok, dümdüz ilerlemeniz yeterli." Bengüç, beklenmedik bu nezaket karşısında şaşırıp teşekkür ettikten sonra bastonuyla ilerlemeye koyuldu.
"Gördüm! Gördüm! Bastonlu bir kör gördüm sanki!" diyen Linay'ın sesini duyunca sırıttı. Selamlaştıktan sonra masaya oturup önce çevreyi dinledi. Esen rüzgârın uğultusu arasından doğru düzgün bir ses gelmediğine göre kafe oldukça tenhaydı. "Keyifler ne âlemde? Kafeyi rahat bulabildin mi?" sorusunu duyunca çevreyi dinleme işini bir yana bıraktı. "Çok zor oldu…" diye fısıldayıp foşurtulu bir ses çıkararak burnunu çekti. Bağımsız hareket yetisi az biraz gelişmiş bir körün, akıllı telefon sayesinde bir yere ulaşması zor değildi;(*) tabii yardım etme amacıyla sık sık önünü kesen veya kişisel meraklarını gidermek amacıyla sorular soran kişilere denk gelmedikçe…(*)
"Biliyor musun, Linay? Bence kör camia, Covid-19'un adının Kovgit-33 olarak değiştirilmesi için çaba sarf etmeli…" diye mırıldanıp anlatmaya başladı. Virüsün peydah olup ortalığı kırıp geçirmeye başlamasıyla yolda yürürken dışarıdan gelen yardım hamlelerinde ufak da olsa bir azalma olmuştu. Bengüç, son günlerde bu durumdan yararlanmaktan -anlamsız olduğunu bilse de- garip bir haz alıyordu. Yolda yürürken hiçbir girizgah yapmayan kişi, koluna girmeden önce değil girdikten sonra bir şeyler söylüyordu.(*) "Anne-babanı nasıl ayırt ediyorsun?(*)", "Yerleri süpürebiliyor musun?(*)", "Tencereyi ocağa nasıl koyuyorsun?(*)" gibi anlamsız sorular soran birine denk geldiğinde, Bengüç önce aksırırmış gibi bir ses çıkarıyor, ardından virüsün bulaşma tarzına dair birkaç kelam ediyordu. "Sonuçta sosyal mesafe kuralına dikkat etmek gerekiyor… Ama ben hiçbir yardım istemesem de toplu taşıma araçlarına binerken veya herhangi bir yerde insanlar düşüncesiz davranıp fiziksel temas kuruyor. Bu da beni çok endişelendiriyor. Mesela sanki iki gündür ateşim var gibi… Ufaktan korkmaya başladım" cümlelerini kuruyordu. Sonuç ilginçti. Cümlelerin ardından gelen bir aksırma bir öksürmeden sonra kolunu sıkı sıkıya tutan el gevşiyor, hemen dibinde duran beden biraz uzaklaşıyordu. Hatta kimi zaman hiçbir şey söylemeden koluna giren kişi, aynı şekilde tek kelime etmeden kolundan çıkarak ortalıktan kayboluyordu.
"Cinsiyette adaletsizlik böyle bir şey işte" dedi Linay. "Muhtemelen aynı şeyi kör bir kadın yapsa ve yirmi kez aksırsa bile dibindeki adam kaçıp gitmez" dedi. Bir süre durduktan sonra geçen gün başına gelen bir olayı anlatmaya koyuldu. Linay, yolda yürürken kol çantasının biri tarafından kavrandığını fark etmişti.(*) Normalde böyle bir durumda kalan kadın belki de kapkaççı korkusuyla çığlık atardı. Ama kör kadınlar, onların koluna girerek fiziksel temas kurmanın ahlaki veya dini açıdan uygun olmadığını düşünen ve bu yüzden hamlesini çantaya veya tasma tutar gibi kadının elindeki bastona yapan erkeklere alışıktı.(*) Çantasının tutulduğunu fark edince gayet sakin ve yumuşak bir sesle, "Bırakır mısınız lütfen…" diye mırıldanmıştı. İşte bu cümleden sonra insanı çileden çıkaran o tepkiyle karşılaşmıştı. Adam, çantayı bırakıp yavaşça Linay'ın koluna girmiş ve iyice sokulduktan sonra fısıltıyla sormuştu: "Nereye bırakayım?"(*)
Bengüç meraklı bir ifadeyle sordu: "Sen ne yanıt verdin?" Linay iç çekti. "'Ebenin Brüksel'ine…' dedim. Ardından, 'Yok eğer orası uzak gelirse avukat olarak çalıştığım ofise veya birkaç yüz metre ötedeki karakola da olabilir' diye ekledim. Anında ortalıktan toz oldu şerefsiz." Linay, masaya yaklaşan ayak seslerini duyunca sustu. "Buyurun, menüler" diyen ses masaya bir şeyler bıraktıktan sonra yeniden uzaklaşmıştı. "Çok yardımcı oluyorlar burada ya… Ne dersin? Sence menüyü koklayarak…" Bengüç aniden duraksadı. Parmakları, dalga geçme amacıyla açmış olduğu menüdeki küçük kabartıları hissetmişti. Saygı dolu bir ıslık çaldı. "Vay canına ya! Braille menüleri varmış!" diye mırıldandı. Türkiye'de, uluslararası sivil havacılık kuralları gereği zorunlu olan ve uçaklarda verilen kabartma baskılı kataloglar dışında neredeyse hiçbir yerde bu tür dokümanlar sunulmazdı.(*) Devlet kurumlarında, hastanelerde ve daha olması gereken nice yerde bulunmayan bu "anlayış" elbette restoran ve kafelerin çoğunluğunda yoktu.(*) Sosyal alanlarda genellikle, "Nasıl olsa ihtiyaç duyulduğunda yardım edip okuyoruz işte. Braille dokümana ne gerek var ki?" anlayışı hâkimdi.(*)
Kahve ve sandviç sipariş ettikten sonra sohbet etmeye devam ettiler. Bengüç, kısa süre önce avukatlık stajını bitirerek mesleğine başlayan Linay'ın adliyelerde yaşadığı olayları dinlemekten keyif alıyordu. Elbette adliyelerin içinde de körcül hizmetler çok yetersizdi ve erişilebilirlik anlayışı, insana bağlı yardıma dayanıyordu.(*) Linay, kahvesinden bir yudum aldıktan sonra, "Bak, dinle…" dedi ve anlatmaya koyuldu. Son aylarda uğrak yeri olan adliyedeki bir mübaşirle başı dertteydi. Avukat odasında veya kapının yakınlarında bir yerde duruşma sırasının gelmesini telefonuyla bir şeyler okuyarak bekliyordu. Sıra ne zaman ona gelse mübaşir yanına geliyor, koluna giriyor, Linay'ın teşekkür edip buna gerek olmadığını söylemesine rağmen duruşma salonuna kadar ona eşlik ediyordu. "Sıra bana gelince avukat odasından çıktım. Zaten salon hemen onun yakınındaydı. Kapıdan tam adım atmıştım ki, mübaşir yine usulca koluma girdi. Ben her zamanki gibi teşekkür edip ağzımda bir şeyler geveledim. Zaten pek konuşkan biri değil ve şükürler olsun ki soru sorma alışkanlığı da yok. Koridorda yürümeye başladık. Yürüdük… yürüdük… yürüdük…"
Bengüç büyük bir kahkaha attı. "Kimmiş koluna giren?" diye sordu. Linay başını iki yana salladı. "Ne bileyim, adamın tekiymiş. Neyse ki sadece on beş metre süren bir hataydı da salona koştura koştura girmeme gerek kalmadı."
Linay, "Kahvelerinizi getirdim" sesini işitince hızlıca masa üstünde duran elini geri çekti. İstem dışı yaptığı bu davranışın sebebi deneyimlerdi. Çoğu zaman getirilen yemek tabağı veya içecek masaya rastgele ve bazen eğrelti biçimde bırakılır, bu da ara sıra ufak kazalara yol açardı.(*) Tabii içeceği/tabağı bıraktıktan sonra körün elini tutup masadakilere tek tek dokundurma ihtiyacı duyan servis görevlilerinin sayısı da az değildi.(*) "Sandviç tabakları hemen önünüzde, kahveler ise tabakların sağ üst tarafında" cümlelerini duyunca Linay'ın kaşları şaşkınlıkla havaya kalktı. "Teşekkür ederiz…" diye mırıldandı. Gülen kadının, "Kahvene şekeri atıp karıştırmamı ister misin?(*)" sorusunu işittiğindeyse biraz önce hissettiği nezaket kaynaklı şaşkınlık tepe taklak oldu. "ޞaka yapıyorsunuz…" diyebildi sadece. "Aslında şaka yapmıyorum, sadece normal kafe ortamına özlem hissetmemeniz için sormuştum" cümlesindeki kinayeyi hissedince içten bir kahkaha koyverdi. "Braille menüsü olan bir kafede o tür özlemi hissedeceğimizi pek sanmıyorum" dedi yumuşak bir sesle ve sonra Braille menüyü nereden akıl ettiklerini sordu. Bu sefer gülen kişi kadındı. "Aklı başında olan yetişkin körleri takip ederken her geçen gün daha bir bağımsız davranma manyağına dönüşen on yedi yaşında kör bir kız kardeşiniz olunca, erişilebilirliğin tam olarak ne anlama geldiğini öğrenmeniz pek uzun sürmüyor" dedi kadın. Sonra başını Bengüç'e doğru çevirdi. "Ayrıca yüzündeki o maskeyi çıkarırsan sevinirim. Müşterilerimi ürküteceksin…"
Bengüç, tek kelime etmeden yavaşça maskesine uzanıp onu aşağıya çekti. Birkaç gün önce olduğu burun ameliyatı nedeniyle şişmiş ve hâlâ kızarık olan burnu ortaya çıktığında kadının şaşkınlığını anlamak için gören iki göze ihtiyacı yoktu. "Hım…" sesini işitti ilk önce. "Tamam, maskeyi bence geri takmalısın; çünkü aksi hâlde müşterilerimi ürkütmekle kalmayıp aynı zamanda kaçıracaksın da…"
Linay, uzaklaşan kadının ayak seslerini duyduğunda bile hâlâ gülüyordu. "Biliyor musun?" dedi Bengüç; "Bence bu kafeyi tüm kör camiada meşhur etmeliyiz. Hizmet anlayışlarına ve bakış açılarına bayıldım." Linay derin bir nefes aldı. "Burnun için yapılan şahane yoruma bayılacağını bilseydim ben de sık sık aynı şeyleri söylerdim. Çünkü ameliyat öncesi ve sonrasında pek fark yok… Bunu Pırıltı bile fark etmiş."
Bengüç kahvesini karıştırırken Linay'ın altı yaşındaki yeğeninin neler yaptığını sordu. "Var ya…" dedi Linay; "Eğer aynısından bir tane de ben doğurabileceğimi bilsem, saniye düşünmem yarın hamile kalırım!" dedi. Pırıltı, altı yaşında olmasına rağmen algıları yüksek bir kız çocuğuydu. Üstelik yaşıtlarına oranla daha bir patavatsız ve sivri dilliydi. Annesi de kördü ve Pırıltı bu duruma çoktan alışmıştı. "Geçen gün ablamla parka gidiyorlarmış" dedi Linay. "Komşulardan biri bunların yanına gelmiş ve Pırıltı'ya, 'Anneni mi gezdiriyorsun?(*)' diye sormuş. Ablam anlatırken kahkahalarla güldü. Pırıltı birkaç saniye duraksamış sonra da adama yapıştırmış cevabı: 'Ben altı yaşındayım daha. Annem de kendi başına gezecek kadar akıllı bir kere. O beni parka oynamaya götürüyor.'"
Bengüç güldü. Eğer körseniz, taşıdığınız sıfatlar, unvanlar ve sorumluluklar bazı insanlar tarafından bir şekilde yetersizlikle birleştirilirdi.(*) Üstelik bunların çoğu mantık dışı şeyler olurdu. O da yetmezmiş gibi bu tür anlarda verilen akıldışı ve dalga tınıları dolu cevaplar bile "gerçek" gibi algılanabilirdi.(*) Evin yolunu nasıl bulduğuna dair bir soruya, "Kapıya ip bağlıyorum, marketten dönerken onu takip ediyorum" yanıtı bile bazı kişilerce "gerçek" olarak yorumlanırdı. Bu bakış açısı, ev yaşamı gibi farklı konular için de geçerliydi. Körlüğü; yetersizliklerle dolu bir yaşam olarak algılayan kişiler, gören birinin desteği olmadan körlerin yalnız yaşayabileceğine olanak vermezlerdi.(*) Hâlbuki körlerin ev yaşamı da diğer insanlarınkiyle aynıydı. "Fark" olarak nitelendirilebilecek ufak tefek şeyler elbette vardı; ama doğru terim "fark" değil "erişilebilirlik kaynaklı değişikliklerdi.
Tabii ki mantık dışı sorulara verilen gayriciddi cevaplara herkes inanmıyordu. Hatta bazen kendisiyle dalga geçildiğini fark eden kişi, olması gereken normal davranışı sergiliyordu. Bir gün Linay ve yanındaki kız arkadaşı, yoğun trafik akışının olduğu ve trafik ışıklarının bulunmadığı bir caddede karşıdan karşıya geçmek için gören birinden destek istemişti. Adam, geniş caddede onlarla birlikte karşıya geçtikten sonra yanlarında yürümeye devam etmiş ve ısrarla onlara yemek ısmarlamayı, karınlarını doyurmayı önermişti.(*) Israr o denli artmıştı ki, Linay'ın arkadaşı bunalmış ve "Portakallı Pekin ördeği yapan bir yer biliyorsanız olabilir, ben hiç yemedim" demişti. Kısa bir duraksamadan sonra yanlarındaki adam, "sevap ve iyiliğe" dair birkaç cümle söyleyip kaldırımın olmadığı ve vızır vızır arabaların geçtiği caddede onları bırakarak basıp gitmişti.(*) Adamın verdiği tepki gayet normaldi ve olması gerektiği gibiydii; sorun ise yaklaşımın kaynağında yer alan "sevap" vurgusuydu.(*) Bu tür öneri ve davetlerin altında yatan temel sebep; körlerin, kendi kendine yetemeyen insanlar olduğuna dair yanılgı dışında aynı zamanda işsiz veya yardıma muhtaç kişiler olarak algılanmasıydı.(*)
Yanlarına yaklaşan ayak seslerinin hemen ardından masaya konan iki seramik nesnenin sesini işittiler. "Kahvenin yanında size çikolata ve minik brownilerden getirdim. Müessesenin ikramı; ancak engelli indirimi talep ediyorsanız ya şimdi söyleyin, ben de fiyatlara önceden yüzde on beş zam geçireyim ya da ebediyete kadar susun!" Linay gülerek teşekkür etti. Üç kuruşluk çaya engelli indirimi yapan ve bununla övünenlerin, engellilerin bir kısmı tarafından pek de sevilmediğini çoğu kişi bilmezdi.(*) "Ayrıca al bakalım genç adam" dedi kadın. "Burada erişilebilir hizmet vermek için kardeşime söz verdim. Sana pipet getirdim. O burunla fincandaki kahveyi içebilmen imkânsız… Allah'ın hikmeti işte; bir yandan alıp diğer yana vermiş. Gerçi sanki verirken biraz bonkör davranmış…"
Linay kahkaha attı. Kadın hızla uzaklaşırken, "Gerçekten de pipet getirmiş mi?" dedi. Bengüç, pipetin çevresindeki kâğıdı yırtarken, "Sana bir şey soracağım…" diye mırıldandı. Linay, onun devam etmesine fırsat bırakmadan kucağına gelen espriyi patlattı: "Hiç şansın yok dostum… Sana karşı bonkör davrandığı için ilahi kudrete dava açmamız mümkün değil!"
Linay, bildirim sesini duyduğunda telefonuna uzandı. Birkaç saniye sonra içten bir kahkaha attı. "Ablam, Pırıltı'nın yeni marifetini yazmış. Kaymakamlığa gitmişler. Görevli, işlemler bitince Pırıltı'ya, 'Anneni götür, kızım(*)' demiş. Sıpanın verdiği yanıt şu: 'Nereye götüreyim ki Teyze? Parka mı? Salıncağa da bindireyim di mi?'"
Bengüç sırıttı. "Eğer ki Pırıltı'yı klonlamaya karar verirseniz ben de bir tane istiyorum ondan!" dedi. Yan masaya yaklaşan ayak seslerinden sonra sahibinin kim olduğunu bildiği parfüm kokusunu duyumsadı ve başını hafifçe çevirip duyulabilir bir sesle konuştu: "Ben de zaten körlüğün nasıl bir şey olduğunu anlayabilen bir sevgilim olmasını isterdim…" Masadan alınan seramik seslerinin ardından yanlarına gelen kadın onların boşalan fincanlarını da tepsiye yerleştirdi. Gayet doğal ve sıradan bir sesle konuştu: "Algılarını gayet iyi yönetiyorsun genç adam. Ama peşin peşin söyleyeyim, 4. Boğaz Köprüsü ihalesine girmeye karar vermediğim sürece o burnunla zerre şansın yok!"
Bengüç, gülmekle yetindi. İnsanların körlere yaklaşımı doğrudan tavırlarına da yansıyordu.(*) İletişimdeki nezaketin seviyesini belirleyen asıl şey samimiyetti. Engelliyi, ötekileştirmeyenlerin tavırları çok daha rahat oluyor; bu rahatlık da iletişimdeki nezakete yansıyordu. Nezaketi asıl oluşturan şey kurulan cümlelerdeki şahıs ekleri değil, kişinin engelli bireyin kimliğini nasıl yorumladığıydı. Tabii ki çok çılgın yaklaşımlar da vardı. Bengüç, bir arkadaşından duyduğu ve körler arasında hayli bilindik olduğu için kabak tadı vermeye başlamasına rağmen görenlerin duyduğunda şaşırdığı bir olayı hatırladı.
Kör kadın metroya binmiş ve yüzü öndeki vagona dönük seyahat etmişti. Bu süre boyunca da her zaman yaptığı gibi sabit bir şekilde ileri bakmıştı. Tren son durağa geldiğinde inmiş ve Bastonuyla ilerlemeye başlamıştı. Bir adamın, "Bacım! Görme engelli bacım!" seslenişini duyunca durmuştu. Yanına gelen adamın söyledikleriyle birlikte hayatının dumurunu yaşamıştı: "Bacım… affet! Ben senin görme engelli olduğunu bilmiyordum! O yüzden trende sen bana bakınca ben de dakikalarca sana baktım…"(*)
Tabii ki bu tür olaylarda farklı bir profil daha vardı: Fırsatçı röntgenciler… Elbise veya hafif dekoltesi olan bir bluz giymiş gören kadını kaçamak gözle süzenler; görmeyen bir kadını hedef seçtiklerinde seyr-ü sefere dalıyor ve karşısındaki kör kadını gözleriyle yiyip bitirmeye çalışıyordu.(*) Bazıları fırsatçılığa kendilerini öylesine kaptırıyordu ki, kimi zaman araçtaki başka yolcular tarafından uyarılıyor hatta çok daha ötesine gidilen tepkilerle karşılaşabiliyorlardı.(*) İşin ilginci, çoğu gören kişi körlerin yaşadığı ve sohbet ortamında anlattığı bu olaylara inanamıyor ve hatta bazen abartılarak anlatıldığını düşünüyordu.(*) Ancak anlatılanlar gerçekti ve benzerleri diğer körlerin de başına geliyordu.
Gitme vakti yaklaştığında hayli keyifliydiler. Özellikle kafe sahibi kadının yaklaşımını çok beğenmişlerdi. Kafe kalabalıklaşıp müzik sesi iyiden iyiye yükseldiğinde kadın yanlarına gelmiş ve gülerek, "Koca burunlularla sakın paylaşma!" dedikten sonra bir şeylere ihtiyaçları olduğunda kullanmaları için Braille olarak hazırlanmış kartı uzatarak telefon numarasını vermişti. Kesin olan bir şey vardı: Erişilebilirliğin anlamını ve kalitesini belirleyen etken, erişilebilirliği sunan kişinin engelliliğe bakış açısıydı.
Bengüç, kafe önünde farklı yönlere gitmeden önce vedalaştığı Linay'ı öperken kulağına fısıldadı: "Kovgit'i unutma… Ve tabii kartta yazılı olan numarayı bana göndermeyi de…"

Serinin diğer öyküleri:

Sayfa: 4/54