Bir Kör Öyküsü: Mööö Paylaş!

Sesli versiyonunu dinlemek için tıklayın!

Bilgi: Öyküde, görmeyenlerin neredeyse tamamının hoş karşılamadığı davranış ve olaylar mizahi bir dille hikâyeleştirilmiştir. Yıldız sembolüyle (*) işaretlenmiş yerler; görmeyenlerin sık sık duyduğu "gerçek" cümleleri, rahatsız edici davranışları ifade etmek için kullanılmıştır.

Bir Kör Öyküsü: Mööö
"Panik yapmayın! O, benimle!"
Ergi, kafeteryanın içinden gelen sesi duyunca gülümsedi. Omzunu, yavaşça geri çekerek onu tutan adamdan uzaklaştıktan sonra pür dikkat etrafı dinledi. Ona doğru yaklaşan ayak sesi olmadığını anlayınca hiç şaşırmadı. İleri doğru bir adım attı. Kafeteryaya girmesinden hemen sonra önünü kesen adam, maymunun muza sarılışına benzer bir hareketle onu koltukaltından tutunca duraksadı.(*) Adama tam bir şey söyleyecekti ki Seray'ın seslenişini duydu: "Abi, bırak! Korkuluğa benzeyen o hergele yürümeyi biliyor!"
Ergi başını iki yana sallarken gülümsedi. Bu kız, gerçekten hızlı öğreniyordu ve susmak bilmeyen çenesiyle sıra dışı cümleler kurmaktan çekinmiyordu. Bastonunu zeminde savurarak ilerledi. Birkaç metre sonra geriye itilen sandalye sesini işitince duraksadı ve mırıldanarak sordu: "Seray?"
"King Kong'la falan mı karşılaşmayı bekliyordun?" diyen kadın yanağına masumca bir öpücük kondurduktan sonra yerine oturdu. Ergi, bu şehre birkaç ay önce taşınmıştı. İlk kez, kör bir iş arkadaşı olan insanların "yardımcı olmak" adına sergiledikleri davranışların aslında körler için can sıkıcı şeyler olduğunu önceki iş deneyimlerinden biliyordu. Kendisinin ve iş arkadaşlarının alışma sürecinin uzun olacağını sanmıştı ama Seray'ın varlığı her şeyi değiştirdi. Soru sormaktan, öğrenmekten hoşlanan ve en önemlisi de öğrendiklerini başkalarına öğreten genç kadın kısa sürede en iyi arkadaşı olmuştu.
Ergi, yanlarına gelen garson kızı işitince düşüncelerinden uzaklaştı. İki kahve istediklerini söyledikten sonra garson kız, "Arkadaşınız kahveyi nasıl istiyor?" diye sordu.(*) Ergi, derin bir iç çekti. Sadece kör olmasına rağmen insanların soruları doğrudan ona sormak yerine yanındaki kişiye yöneltmesine alışıktı; ancak bu, en çok nefret ettiği davranışlardan biriydi. Sakin bir ses tonuyla, "Sütlü olsun, lütfen" dedi.
"Yanında çikolata da ister mi acaba?" diye soran garsonun sesini duyduğunda, akışı değiştirmeye karar verdi. "Bitter çikolataları var mıymış, Seray? Hanımefendiye sorar mısın?" dedi. Arkadaşının aynı soruyu seslendirmesini dinledi. Garson, bitter çikolatalarının olduğunu söyleyince, Ergi tekrar sordu: "Fındıklı mıymış yoksa antep fıstıklı mı?" Seray, tekrar sordu. İkisi de kafeteryada vardı. "Pekiiii…" diye kelimeyi uzattıktan sonra ekledi: "Tabaka çikolata mıymış yoksa draje mi? Sor yahu, sor! Belki duymuyordur!"
"Arkadaşınızın tekrarlamasına gerek yok, duyuyorum" dedi garson kız hırçın bir tavırla. Ergi, yavaşça başını ona çevirip gülümserken ciddi bir ses tonuyla sordu: "Ne tesadüf, çıkalım mı?"
Sessizlik… Uzaklaşan ayak seslerinin hemen ardından Seray'ın, "Kız, çok bozuldu!" demesini ve kikirdemesini duydu. Ergi omuz silkti. Davranışının kaba olduğunu bilse de nezaket karşılıklı yaşandığında anlamlıydı.
"Eee? Anlat, kör camiasında var mı yeni hadise?" diye sordu Seray. Genç adam onama amaçlı başını salladı. Körlerin, gören ama aynı zamanda bir şeyleri de eksik olan kişilerle günlük hayatta yaşadığı maceralar Seray'ın hayli ilgisini çekiyordu. "Olmaz mı?" dedikten sonra anlattı: "Senin hemcinsin olan bir arkadaş, Ankara'da otogara gitmiş. Daha önce akıllı telefonunda işaretlediği bilet gişesine doğru yalnız başına ve kararlı bir biçimde ilerlerken, adamın biri önünü kesmiş. Bil bakalım ne demiş?"
"Götüreyim mi, yavru kuşum!"(*)
Ergi bir kahkaha attı. Seray'ın, sokak serserisi aksanıyla dile getirdiği tahmin başarılıydı ama tutturamamıştı. "Cıks! Çok daha çılgıncası… Bir tahmin hakkın daha var?"
"Hiç tanımadığın bir erkek sana çiçek verse şaşırır mısın, bacım?"
Ergi tekrar güldü. "Güzeldi ama yine ıskaladın. Adamın cümlesi şu olmuş: Abdestim kaçacak ama sana yine de yardım edeceğim…"(*)
"Yuh!" diye bir nida duydu. "Ciddi misin sen? Arkadaşın ne demiş peki?"
"Kız, hukuk fakültesinde son sınıf öğrencisi ve hazırcevap biri. Adam öyle deyince o da lafı yapıştırmış: Sorun değil, çantamda gül suyu var…"
Seray'ın kahkahası kafeteryada yankılanırken kahveler gelmişti. Ergi, elini dikkatle masada sürüyerek fincanını buldu. Bazen garsonlar "yardımcı olmak" için su şişelerini açar, çaya şeker atıp karıştırır, körün elini tutup çatal-bıçağın üstüne götürürdü;(*) ama bazen tabağı veya fincanı o kadar kenara koyarlardı ki, can sıkıcı ufak kazalara sebep olurlardı.(*) Kahvesinden bir yudum alıp sordu: "Sen, test sürüşü yapma konusunda hâlâ kararlı mısın?"
"Elbette!" dedi Seray davudi sesiyle. "ޞu anlattığın olaylar ve beşinci sınıf espri yapmana neden olan o tuvalet faciasından sonra asla vazgeçmem!"
"O kadar da kötü bir espri değildi…" dedi Ergi muzip bir ifadeyle. Birkaç hafta önce akşam yemeği için Seray'ın evine gitmişti. Bir süre sonra Seray'dan banyonun yerini göstermesini rica etti. Ancak körcül yaşamla yeni yeni tanışan ve birçok konudan bihaber olan genç kadın, banyo kapısını göstermekle yetinmeyip lavabonun, klozetin ve tuvalet kâğıdının yerini de tek tek göstermişti.(*) Olayın nereye varacağını merak eden Ergi hiçbir şey dememişti. Ancak tanıtım gezisi bitip Seray banyodan çıkmadan önce o espriyi yapmaktan da kendini alıkoyamamıştı: "Ellerin temiz mi?"
Seray, facia olarak nitelediği o günden sonra körcül yaşamı öğrenmeye karar vermiş ve sokakta kör gibi davranarak test sürüşü yapmak istemişti. Ergi, çantasını açıp iç kısmını siyah sprey boyayla kapladığı güneş gözlüğünü ve yedek bastonunu uzattı. "Al bakalım… Eğer burnunun, siyah çizgileri olan bir zebraya benzemesini istemiyorsan kolonyalı mendille kenarlarını iyice sil. Ayrıca şimdiden söyleyeyim; hayati risk oluşmadıkça şoför sensin. Ben müdahale etmeyeceğim."
Hesabı ödeyip ara sokaktaki kafeteryadan çıktılar. Ergi, bastonu nasıl tutması ve kullanması gerektiğine dair bir şeyler anlatabileceğini söyledi; Seray buna gerek olmadığı, baston kullanımı konusunda yeteri kadar gözlem yaptığını söyleyince genç adam gülümsemekle yetindi. Kol kola girdikten sonra Seray'ı sol tarafa doğru çekiştirdi. Kafeteryaya gelirken o taraftaki kaldırıma kısa aralıklarla bir sürü araba park edildiğini görmüştü.(*) Sarı renkli referans çizgilerinin üstüne kurulan işporta tezgâhları ve adı "yaya yolu" olmasına rağmen park yeri olarak kullanılan alanların can sıkıcılığını genç kadının öğrenmesini istiyordu.(*) Ergi, arabalara yaklaştıklarını fark edince daha hızlı yürümeye başladı. Baston ucunun araba altına girmesiyle değişen yankıyı fark eder etmez kendi bastonunu geriye çekti. Ancak Seray'ın yankı değişikliğini anlaması imkânsızdı ve hemen sonrasında, önce bastonun arabaya sürtmesini ardından da kaykılan bastonun Seray'ın böğrüne çarparak yere düşmesini işitti. "Gözlem ha?" derken sırıttı ve boş olan diğer elini Seray'a doğru uzatarak genç kadının kolunu tuttu. "Gözlüğü çıkarmak yok, bebek! Elini yerde sürü ve bastonunu bul!"
Tekrar yola koyulmadan önce baston tutuşunu öğrenmek isteyen genç kadına gerekli bilgileri verdi. Biraz daha ilerlediklerinde, kafeteryaya gelirken yaşadığı olayı hatırlayıp o anın gelmesinden hemen önce arkadaşını uyardı: "Ağaçseverlere dikkat et…" Normalde, bu tür üstü kapalı uyarılar geldiğinde körler temkinli davranmak adına yavaş hareket ederlerdi. Ama Seray, "Ne?" diye sormakla yetindi. Ergi yanıt vermedi. Birkaç dakika sonra genç kadının, "Ah!" diye inlemesini ve hemen sonrasında da, "Eşşoğlueşek!" demesini duydu. Ergi gülerek, "Kim?" diye sordu. "Ben mi yoksa apartman bahçesine diktiği ağacın dallarını budamayan mı?"(*)
Ana caddeye ulaştıklarında Ergi bir süreliğine duraksadı. "Trafik ışıkları sol tarafta, şoför abla" dedi. Seray o tarafa yöneldi. "Işıklar hayli uzakta olmalı. Trafik yoğun değil, bastonu caddeye sallasak araçlar durmaz mı?"
Ergi kahkaha attı. "Çok fazla film izliyorsun bebek! Aş kendini, Türkiye'desin. Değil beyaz baston, elektronik radar kulesi sallasan işe yaramaz!"(*) Tam o sırada bir adamın Seray'a doğru yaklaşıp yardım teklif ettiğini işitince sustu. Bir yandan bastonundan gelen yankıları takip ederken diğer yandan da ikisi arasında geçen sohbeti dinliyordu. Tabii bu sohbetlerin çoğunun standartlaşmış ve körler tarafından sıkıcı, saçma ve hatta zekâdan uzak soruları vardı: "Nereye gidiyorsunuz? Niye yalnız başınıza dışarı çıktınız? Kiminiz, kimseniz yok mu sizin? Rüya görüyor musunuz?"(*)
Trafik ışıklarına gelip yardımseverden ayrılınca Seray kikirdedi. "Yahu, bu çok komik! Adam koluma girdikten sonra…" dedikten sonra duraksadı. "Iııı, şey… 'Patates çuvalıymışım gibi koltukaltından tuttuktan sonra' demek daha doğru olur herhâlde… Her neyse! Ne zaman engebeli bir yere gelsek bastonu tutup havaya kaldırdı!(*) Daha önce başına gelmiş miydi böyle bir şey?" Ergi, derin bir iç çekti. Bazı kişilerin, hem kör hem de kadın olan arkadaşlarına yardım ederken onun koluna girmek yerine bastonundan tutup çekiştirdiğini anlattı.(*) Sonrasında da Seray'a bir tavsiye verdi: "Sen körsün, onlarsa görüyor. Bastonuna müdahale edilmesine izin verirsen er ya da geç başın derde girer."
"Anladım… Ama belki de uzaktan akrabam falandı adam ya… Ne bileyim? Küçük Emrah'ın sırtını sıvazlayan amcası misali duyguyla sırtımı okşadı.(*) Bir an kendimi ölmek üzereymişim de amcamla vedalaşıyormuşum gibi hissettim! Ayrıca gelen otobüsün hangisi olduğunu nasıl anlıyorsunuz?"
Bu sorunun farklı yanıtları vardı. GPS cihazı ve yazılımı olan toplu ulaşım araçlarını akıllı telefondaki uygulamalarla takip edebiliyorlardı. Bazı şehirlerde otobüslerin sesli bildirim sistemi de vardı. Seray'ın merak ettiğiyse gelen aracın otobüs mü yoksa dolmuş mu olduğunu ayırt etmeye yönelikti. Araçların çıkardığı seslerin birbirinden farklı olduğunu ve alışılınca bu farkın ayırt edilebildiğini anlattı. Yoğun trafiğin ve gürültünün olduğu duraklardaysa oradaki insanlara sorduklarını söyledi. "Tabii daha önce dediğim gibi; kör olduğunu bir kenara bırakıp tamamen başka insanlara güvenirsen sorun yaşarsın. Durakta birisine, binmek istediğin otobüsü söylüyor ve otobüs gelince sana haber vermesini rica ediyorsun. Karşı taraf kabul ediyor. Sen başlıyorsun beklemeye… Ama onun otobüsü seninkinden önce gelirse kimi kişi sana hiçbir şey söylemeden binip gidiyor.(*) Sense beklemeye devam ediyorsun!"
"Vicdansızlar…" dedi Seray. Genç adam bir an duraksadı. Seray'ın bunu ciddi ciddi söylediğini anlayınca, "Cık, cık, cık…" diye mırıldandı. "Oha! Yine mi ofsayta düştüm yahu!" diye sordu genç kadın. Ergi güldü. Körcül hayatta, görenlerin doğru olarak nitelendirdiği ama aslında yanlış olan davranışlar için "ofsayt" demesini seviyordu genç kadının. "Maalesef, evet" dedi yumuşak bir sesle. "Asıl vicdansız olan insanlar değil, engelli bireyi başkasının insafına bırakan, kıçı kırık bir ses sistemini toplu ulaşım araçlarında mecburi hâle getirmeyen sistem" dedi. Bu, doğruydu da. Otobüs beklerken, oy kullanırken, hastanede hizmet alırken ve daha nice konuda basit çözümler üretmek yerine engellilere başkasının aracılığıyla destek olmaya çalışan sistemdi yanlış olan.
ޞanslı bir gündeydiler. Bu hatta var olan tek sesli otobüs durduğunda binmek için otomatik kapı sesinin geldiği yöne doğru ilerlediler. Ergi, önceliği Seray'a vermeyi uygun buldu. Birkaç saniye sonra genç kadının, "Tamam! Söz veriyorum, kaçmayacağım!" diye söylendiğini duyunca kahkaha attı. Hemen ardından birileri her iki tarafından da onu tutup karga tulumba otobüse bindirmek için "yardımcı" oldu.(*) Hâlbuki hiç müdahale etmeseler her şey Ergi ve Seray için daha kolaylaşırdı.(*) Otobüs koridorunda birkaç adım atmışlardı ki yalnız başına seyahat eden körlerin neredeyse hepsinin duyduğu ve nezaketten hayli uzak cümleyi işitti: "'ޞunları' bir yere oturtun…"(*)
Ergi iç çekti. Körlüğün, ayakta durmaya en ufak bir olumsuz yansıması olmamasına rağmen otobüste, bankada, hastanede ve akla gelecek her yerde insanların, görmeyenleri bir yere oturtma isteğine anlam veremiyordu.(*) Bu çabayı tetikleyen hisse, haddini aşan acıma duygusu ve engellilerin "yetersiz insanlar" olduğu yanılgısının yol açtığı kanısındaydı. Nazik bir cümleyle oturmak isteyip istemediğini soran insanlara kızmıyordu elbet; sinir olduğu ve kaba bulduğu davranış, cansız ve ruhsuz nesneler için kullanılan "şu" ifadesiyle nitelendirilmekti.(*) Boş verip şamataya vurmaya karar verdi: "Dikkat et Seray… Sen körsün… Nereye ve neye oturtulacağını göremeyeceğin için bu eyleme bulaşmamalısın. O yüzden 'şunun' dediğine kulak asma, 'şunun' gibi birinin söylemesiyle bir yere oturmak çok riskli, çok…"
Otobüsün en arka tarafına ilerleyip köşedeki barlara tutunduktan sonra Seray'ın fısıltılı sesini duydu: "Oğlum, ayakta uyuyorsun! Otobüse bindireceğim ayağına az kaldı dalacaktı şerefsiz!(*) Kör hatunlar bu tür dangalaklara nasıl tepki veriyor?"
Ergi güldü. Herkesin kendince bulduğu çözümü olduğunu söyledi. Zaten çoğunlukla var olan acıma hissi ve bakış açısı nedeniyle taciz etmek için değil, "yardımcı olmak" için hamlede bulunuluyordu. Bunun yorumu da kişiden kişiye değişiyordu. Kör camiasındaki kadınların birçoğu, toplu taşıma araçlarında, gören kadınlara oranla kendilerinin çok daha az tacize maruz kaldıkları fikrindeydi. Seray, bu tür konularda hep yaptığı gibi "medeni" olarak adlandırılan ülkelerdeki durumu sordu.
Ergi, bildiği kadarıyla anlatmaya koyuldu. Medeni ülkelerde yaşayan insanlar, farkındalığın ne anlam ifade ettiğini biliyordu. Daha da önemlisi oralarda engelli olmak bir yoksunluğun veya çaresizliğin içine düşmüş, yardıma muhtaç kişi olarak algılanmıyordu. Engelliler, duyu ve işlev eksikliği olmasına rağmen bu açığı diğer duyuları ve kendi yarattıkları çözümlerle kapatabilen kişiler olarak değerlendiriliyordu. Bakış açısındaki bu fark da engelli bireyin dış dünyadaki yaşam biçimine doğrudan yansıyordu. Medeni ülkelere giden körlerin çoğu aynı şeyi söylüyordu: "Dakikalarca yalnız başımıza yürüdük, ne biri çıkıp yardım etmeyi önerdi ne de gideceğimiz yere götürmeyi teklif etti!"
"Bu dediğin iyi bir şey mi, yoksa duyarsızlığın dibine düşmüş Batı'nın rezilliği mi?" diye sordu genç kadın. "Bakış açısına göre değişir…" dedi Ergi. Destek talebi yokken bu tür bir girişimde bulunmayan insanları duyarsız olarak nitelemek doğru olmazdı. Ama duyarsız olarak nitelenebilecek anlar da yok değildi. Vahim olan insanların değil, sistemin duyarsızlığıydı Evet, kimse çıkıp yardım önerisinde bulunmuyordu ama sistem; çöp kutusunun çevresine bile referans çizgi çiziyordu. Türkiye'deyse inşaat çalışmalarında bile körcül yöntemlerle fark edilebilecek bir uyarı sistemi yoktu.(*)
Ergi, yarım saat önce kafeteryadaki garsonun davranışını hatırlattıktan sonra durumu biraz daha detaylandırdı. İnsanların büyük bir kısmı, doğrudan körle konuşmak yerine yanındaki kişiyle iletişim kurmanın büyük bir saygısızlık olduğunun farkında değildi. İşin en kötü yanıysa bazen körün yakınındaki arkadaşı veya aile üyesi de aynı davranışın sergilenmesine olanak sağlıyordu. Kimi zaman işleri hızlandırmak kimi zaman yormamak kimi zaman da korumak ve hatta üzmemek adına körle değil doğrudan kendisiyle iletişim kurulmasına izin veriyordu.(*) Ama ne var ki, kör bireyin yanıtlaması gereken sorulara cevap vermenin körü "yok saymak" anlamına geldiğini fark etmiyordu. Diğer bir dert de bazen ailenin bazen de çevrenin aşırı korumacılığı ve aşırı şefkatiydi. Birkaç saniye tanındığında körün kendi başına fark edebileceği veya çözebileceği olaylarda bile müdahale ediliyor, aranan nesne ele tutuşturuluyor veya benzer davranışlar içine giriliyordu.
"Utandırmasana ya!" dedi genç kadın. Ergi güldü. "Sen hızlı öğreniyorsun, sadece bir kez çay şekerini elime tutuşturdun!"(*) dedi. Durak anonsunu duyunca dirseğiyle Seray'ı dürttü ve otobüsten inmek için ayaklandılar.
Kaldırımda birkaç dakika yalnız yürüdükten sonra yanlarından geçerken duran bir arabadan gelen, "Nereye gidiyorsanız bırakayım?" seslenişini duydular.(*) "Biz mi?" diye sordu Seray. Ses tonundan böyle bir teklifin araba kullanan birinden gelmiş olmasına hayli şaşırdığı anlaşılıyordu. Adamın onamasını işitince şaşkın bir ses tonuyla teşekkür etmekle yetindi ve yürüyüşlerine devam etmek için Ergi'yi çekiştirdi. Ancak adam ısrarcıydı. Arabayı onların yürüme hızına göre sürerken tekrar nereye gittiklerini sordu. Seray aniden durdu ve neşeli bir sesle, "Otuz üç-atmış altı!" dedi. Arabadan gelen, "Ne?" sorusunu duyunca Ergi şaşırmadı; çünkü kendisi de genç kadının neyden bahsettiğini anlamamıştı. "Otuz üç-atmış altı ya…" dedi Seray. İşaret parmağıyla yukarıdan aşağı ve sonra da soldan sağa doğru dairesel bir çizgi çizerken bir yandan da konuşuyordu: "Hani paralel ve meridyenler yok mu? Hah! İşte onlardan bahsediyorum; otuz üç-atmış altı!" Seray, bir an duraksadıktan sonra ürkek ve çekingen bir ses tonuyla adama sordu: "Yok mu yoksa? Yani… Yani kör olduğumuz için bizi kandırdılar mı?"
Ergi, kendini tutamayıp kahkahayı patlattı. Arabadaki adam, "İstediğiniz yere bırakacaktım sizi ne güzel, sevap kazanmama engel olmasanıza!"(*) dedi. Ergi, sesi yükselen ve küstah bir hâl alan adama bir şeyler söylemek için tam ağzını açacaktı ki, Seray'ın kabadayıvari ve Ergi'nin de çok hoşuna giden ses tonuyla verdiği yanıtı işitti: "Sevap kapısına benzer bir halimiz mi var, birader?" Ergi, küfürle söylenme arasında sayılabilecek birkaç cümlenin ardından hızla hareket eden arabanın sesini duydu. Hemen ardından da Seray'ın kızgın ses tonunu işitti: "Nedir oğlum bu iş? Kamera şakası falan yapıyor olmasınlar sakın? Efendi gibi teşekkür ettik, değil mi? Hangi aklı başında insan evladı, camı açıp tanımadığı birine yaptığı davetin kabul edilebileceğini düşünür ki?"
Ergi güldü. Benzer önerilerin yapıldığını daha önce birkaç arkadaşından dinlemişti. İşin en garip yanı da bu türden çoğu davranışın inançla ilişkilendirilmesiydi. Hiç konuşmadan bir süre daha yürüdüler. Dört yol ağzına gelip karşıya geçmek üzereyken başka bir ses işittiler: "Gençler! Hoppp! Görme engelli gençler! Yanlış yöne gidiyorsunuz!"(*)
Ergi, bir an duraksayan kadını kolundan çekiştirdi. "Zaman kaybetmek istemiyorsan duymazdan gel, doğru yere gidiyoruz" dedi. "Nereye gittiğimizi nasıl tahmin ediyor da yanlış yöne ilerlediğimizi düşünüyor?" diye sordu genç kadın. Ergi tekrar güldü. Yolun sağ tarafında birkaç yüz metre ileride körler derneği vardı. Buradaki ahali de gördükleri her körün derneğe gittiğini düşündükleri için onları uyarıyor, kimi zaman kollarından tutup geri çeviriyordu.(*) Tam o sırada normalde zaten engebeli olan kaldırımın biraz daha bozulduğunu ve zemine yapışmış toprak parçalarının olduğunu fark etti. Genelde inşaat alanlarının çevresinde bu tür belirteçlerin olduğunu bildiği için daha dikkatli davranmaya karar verdi.
"Sola gidin! Dikkat edin! Orada kaldırım bozuk! Hayır; sağa, sağa! Çok sola gittiniz!"(*)
Ergi adımlarını yavaşlattı. Neredeyse otuz metre uzaktan gelen sesi kulak ardı edip bastonunun ona gösterdiği yolu takip ediyordu; ama yönlendirmeye uyan Seray'a da müdahale etmedi. Çok geçmeden genç kadının sol ayağı kaldırımdan boşluğa düşerek onu sendeletti. Ergi, tek dizi üstüne düşen kadını sıkıca kavrayarak onun tepetaklak yuvarlanmasını engelledi. Seray'ın söylenmesini duyunca güldü ve o an gözündeki gözlüğü çıkarttığından emin olduğu kadına, evcil hayvanını azarlayan bir sahip gibi işaret parmağını havada sallayarak konuştu: "İşte! Her çağrıldığın yere gitmeyeceksin!"
"İğrençti!" dedi genç kadın. "Ama kabul ediyorum, aynı zamanda komikti!" Ergi sırıttı ve kol kola girip yürümeye devam ettiler. Günün kalanında da körlerin çoğu için sıradan olan şeyleri yaşadılar. Oturdukları parkta keyifli ve bol kahkahalı bir sohbete dalmışken hiç tanımadıkları insanların yanlarına gelip "dertlerine" dahil olmalarına tanıklık ettiler.(*) Onlar için üzüldüklerini farklı üslûplarla dile getiren insanların garip bir edayla onlara moral verme çabalarını dinlediler.(*) Seray, "Zaten önemli olan gönül gözüdür"(*) cümlesini gün içinde üçüncü kez duyduğunda dayanamayıp karşısındaki kadına şakayla karışık takıldı. Ancak Seray, öylesine kinayeli bir cümlenin bile anlayışlı karşılanıp moral verici ifadelerle yanıtlandığını fark edince bu tür takılmaların bile sonucu değiştirmediğini anladı.
Ergi, durağa vardıklarında binecekleri otobüsün nerede olduğunu öğrenmek için telefonunu çıkardı. Birkaç tuşa basmıştı ki Seray'ın ilginç bir ses tonuyla ve harfleri uzatarak, "Möööö…" dediğini duydu. Yavaşça başını çevirip ne olduğunu soran bir ifadeyle genç kadına baktı. Çevreden duyulabilir bir sesle, "ޞeyyyy…" diye mırıldandıktan sonra utangaç ve çekingen bir ses tonuyla ekledi Seray: "Biraz ilerimizdeki beyefendi, köşeyi döndüğümüzden beri pür dikkat bizi izliyor da…(*) Tren olmadığımızı ifade etmek istedim…"
Ergi, gülmemek için dudaklarını ısırıp yavaş yavaş başını salladıktan sonra tekrarladı: "Mööööö…"

Serinin diğer öyküleri:

Sayfa: 7/54