Uyuz Oluşumun Hikâyesi Paylaş!

Bir zehir gibi kanıma karışıyor gece. Karanlığın ortasında açan siyah gülün pençesinde. Belki anlamlı bir anı, belki de anlamsız bir hayal canlanıyor gözümde.
Sessizlik…
Kanıma karışan gecenin sessizliğini hissediyorum zihnimde. Nereden geldiğini bilmediğim, hatta varlığından bile şüphe ettiğim bir tik-tak sesi yankılanıyor beynimde.
"Kimin şiirinde vardı 'tik-tak'?" diye soruyorum. Arkasından, "Nazım'ın mıydı?" diye mırıldanarak devam ediyorum soruya. Omuz silkiyorum kendi kendime. Yüzümde çocuksu bir gülümseyişin belirdiğini fark edince dudaklarımın yukarı kıvrılmasını sağlayan o omuz silkişi tekrarlıyorum.
"Ne zaman alıştım ben bu zehre?" diye soruyorum kendime. "Üniversitede ikinci öğretim okuduğumuzda mı?" diye soru sorarak yanıt veriyor İçimdeki Adam.
"Cıks!" diyoruz ikimiz birden. Ben omuz silkiyorum, o benim hâlime gülüyor. Hatıraları hızla geri sarıyorum. Üniversite öncesi, İstanbul'da geçirilen iki sene… Gece üç, dört; hatta çoğu zaman şafakla birlikte uyku…
"Daha geriye git Murti!" diye bağırıyor iç sesim.
Lise son… Yine gece üç, dört…
Lise iki… "Yine mi sabaha kadar kitap okudun sen?" diyerek sırada sızmış olan beni dürterek uyandıran İngilizce öğretmeni Demet Çanga'nın yüz ifadesi…
Lise bir… Okan Bayülgen'in Gece Kuşu'nun başlamasını beklerken çizilen karikatür denemeleri.
Anadolu lisesinin hazırlık sınıfı… Tekirdağ Limanı manzaralı pencere önünde nöbet tutanlarla yapılan gece geyikleri…
"Oha!" diyorum aniden gecenin ortasında. Ciddi ciddi konuşarak İçimdeki Adam'a soruyorum: "Ulan, biz ezelden beri mi gece uyanığız?"
"Ezelden ve geceden kastın tam olarak nedir bilmiyorum; merak da etmiyorum. Sesli olarak bana soru sorman beni her zaman tırsıtıyor, Murti. Sadece düşünsen de yeterli."
"Pofff…" diye bir ses çıkarıyorum. Enfes-ül gerzek bir adam gibi tekrar gülümsüyorum bilgisayar başında. İçimdeki Adam devam ediyor: "Sanırım Tekirdağ'da yatılı okurken başladı senin gece faslın."
"Aha! Buldum! Her şeyin suçlusu o 'uyuz' Türkmen çocuk!" Bu sefer İçimdeki Adam basıyor kahkahayı. Hatırlıyor herhâlde o Türkmenistanlı çocuğu. O dönem okuduğum Anadolu lisesinde Türkmenistan'dan ve Özbekistan'dan gelmiş lise öğrencileri vardı. Hemen hemen her koğuşta ve sınıfta en az iki gurbetçi öğrenci olurdu. Bizim koğuştaki Türkmen ile ranza komşusuyduk. İkimiz de ranzanın üst katında yatardık. Ranzalar arasında da demir kıyafet dolabı vardı.
Komşu Türkmen, tek kelimeyle bir horultu canavarıydı. Yemin ederim, hayatımda o kadar gürültülü horlayan başka bir kişi görmedim. Hatta küçük bir jenaratör motorunun bile daha az ses çıkardığını iddia edebilirim! Çocuk da durumdan hoşnut değildi. Doktora da gitmişti ama nafile. Sadece ben değil tüm koğuş durumdan şikâyetçi olduğu ve tabii Türkmen çocuk da gecenin köründe böğrüne tekme yemekten, çamurlu botun kafasına fırlatılmasından, koğuş süpürgesinin sopasıyla müsait tarafına vurulmasından oldukça sıkıldığı için yastığına ip bağlama teklifimizi kabul etmişti. Türkmen'in solunda bir, sağındaysa iki ranza vardı. Yastığın bir ucundaki ip benim tarafa doğru gelirken diğer ucundaki ip duvara kablo sabitlemeye yarayan plastik halkalar içinden geçerek diğer iki ranzaya doğru uzanırdı.
Türkmen çocuk horlamaya başlayıp coştuğunda ipe asılıyorduk. Yastık kıpırdadığında Türkmen arkadaştan bir "Hork!" sesi yükselir ve sonra susardı. On, on beş dakika sesi çıkmazdı. Tekrar başlayınca ipi yine çekerdik. Horultunun kesildiği arada uyumayı başaran paçayı yırtardı. Zaten yatılı okuyanlar kısa sürede ışığa, fısır fısır konuşmalara, gürültüye bağışıklık kazanır. Ama ne var ki, horultunun kesildiği o kısa aralarda ben uykuya dalamazdım. Delirmiş beygirin yularını çekiştiren kovboy gibi asılırdım ipe. Yastık, Türkmen'in başının altından kaydığındaysa saate göre muamele yapardım. Mesela saat bir civarıysa kibarca yastığı Türkmen'in suratına atardım. Ama saat üçü geçtiyse sinirlenme seviyeme göre tepki oluştururdum. Kıyafet dolabının üstünde duran içi kirli çamaşır dolu çantamı attığım da olurdu koğuş süpürgesiyle böğrüne vurduğum da!
"Harbiden Murti, yatılı okula gidene kadar senin uyku sorunun yoktu. Hadi o Türkmen'e neden 'uyuz' dediğini de anlat!"
"- Anlatmasam o uyuzluk faslını? Olmaz mı? Şimdi milletin eline koz verip kendimizi makaraya sardırmanın bir manası yok, İç Ses…"
"Öt hadi öt! Her gencin başına gelir böyle şeyler!"
O dönemki yurtlar şimdiki gibi iki veya dört kişilik odalardan oluşmazdı. Bizim koğuşta sekiz ranza, on altı kişi vardı. Etüt işi dersliklerde yapıldığı için yatakhane binasında çalışma odası veya ortak salon yoktu. Kıytırık bir televizyon odası vardı ama aklı başında hiçbir hazırlık sınıfı öğrencisi TV odasına gitmezdi. Hâliyle akşam etüdünden sonraki tüm muhabbet yatak üstünde yapılır, gerektiğinde ranzalar birleştirilerek ortam yaratılırdı. Tabii arkadaşlar arasında giysi değiş-tokuşu da yapılırdı.
Bizim koğuştan birkaç kişi sivrisinek ısırığından şikâyet edip kaşınırken, "Kış ayında sivrisinek olmaz ki?" cümlesini kim söyledi, şimdi hatırlamıyorum. Ama kaşınan kişi sayısı artmaya başladığında bit korkusunun baş gösterdiğini hatırlıyorum; tabii kafamızda bit bulamadığımızı da…
Bizim koğuştaki iki Türkmen, bir sabah doktora gitti. Onların kaşınma olayı oldukça ciddi boyuta ulaşmış ve vücutları bakla bakla kabarmıştı. Paşalar geri döndüğünde, doktorun ne dediğini sorduk. "Uyuz olmuşuz" demişti horlamayanı. "Siz zaten uyuzsunuz olm. Keh keh keh!" diye kafa bulmuştuk güya kendimizce. Çünkü Türkçeleri bizimkinden farklı olduğu için bazen çok komik durumlar oluyordu; yine o tarz bir kelime karışıklığı sanmıştık. Amma velâkin Türkmenler kelimeyi doğru söylemişti. Cidden uyuz olmuşlardı…
Türkmenlerin okula dönüşünden yarım saat sonra iki erkek öğretmen bizim sınıfı basmıştı. "Kimler kaşınıyor?" diye sorduğunda herkes aval aval birbirine bakmıştı. Kaşındığını söylesen bir dert, söylemesen başka dert. "Kaşınan varsa söylesin, sağlık ocağına gitmesi için izin kâğıdı vereceğim" cümlesini duyunca yedi sekiz kişinin eli havaya kalkmıştı. Benim de dahil olduğum grup tıpış tıpış sağlık merkezine gitmiş, doktora bir güzel muayene olmuştu. Tabii biz o aşamada işin makarasında ve okuldan bir gün de olsa kaytarma düşüncesindeydik. Ancak doktor bir haftalık raporu, kükürtlü sabunları, ilacı verince ve okul müdürü tüm eşyalarımızı çantalara doldurup bizi şutlama kararı alınca işin rengi değişti. Bilmem kaç yüz kişilik yatılı okulda, "Önüne baksana uyuz! Benden uzak dur, uyuz oluyorum sana!" gibi bağırıp gevrek gevrek gülen kişilerden hiç söz etmiyorum…
Kısacası Türkmenlerden başlayan uyuz salgını önce bizim koğuşta sonra da diğerlerinde yayılmıştı. Ben hayatım boyunca o kadar kaşındığımı hatırlamıyorum. Beş dakikada bir kükürtlü sabunla ellerimin parmak aralarını ovuştura ovuştura yıkamama rağmen hatır hutur kaşınmıştım günlerce. Tabii bizdeki durum Türkmenlerinki kadar ilerlememişti ama yine de hayli sinir bozucuydu. Tüm eşyalar sıfırdan eve getirilmiş, yıkanmış, tekrar geri götürülmüştü. Diğer öğrencilerin yaptığı "uyuzluğuna" esprilerinin kaç gün sürdüğünü hatırlamak dahi istemiyorum…
Şimdiyse, "Senin gerçekten uyuz olduğundan hep şüphelenmiştim" cümlesini kaç kişinin kuracağını düşünmek istemiyorum…

Sayfa: 31/55