Bazen unutmak istersiniz… Radyoda çalmaya başlayan şarkının, bir önceki melodiyi unutturmasına benzer bir hızla düşüncelerinizi boşaltmak geçer içinizden. Unutturmak isteyen düşüncelerinizin attığı özgürlük çığlıkları artar zihninizde. Zorlanırsınız… Yeni şarkıyla başlayan unutma hızınız tatmin etmez unutturmak isteyen düşüncelerinizi; o an çalan notanın bir üst perdeye geçmesiyle bir önceki notayla vedalaşmanızı bekler sizden. Unutturmak isteyen düşüncelerinizin azmettiriciliğinde sevdiğiniz notaların katili olursunuz.
Bazen unutmak istersiniz… Dalından sıyrılıp havada süzülen kuru bir yaprağı izlersiniz sonbaharda. Hüzün çöker içinize… Dalından kopuşun, yaprak için ölüm anlamına geldiği gerçeği saplanır düşüncelerinize. Yüzünüze yumuşak dokunuşlar yapan rüzgârın, kuru yaprakları defalarca kamçıladığını görmez gözleriniz. Ama zalimdir rüzgâr… Havadaki son salınımlarında bile peşini bırakmaz kuru yaprağın. Yere, diğer öldürülmüş yaprakların yanına, ulaşana kadar savurdukça savurur bedenini. Yaprağın mı çok narin, rüzgârın mı çok gaddar olduğunu sorgulamak geçmez aklınızın ucundan. Onu, az önce hançerlenerek öldürülen yaprağı, çoktan unutmuşsunuzdur bile. Rüzgâr tarafından katledilmek üzereyken son çırpınışlarını veren başka bir yaprağa takılmıştır gözleriniz.
Bazen unutmak istersiniz… Tutunmak ve kaybetmemek için gösterdiğiniz çabalar gelir aklınıza. Başarısızlığınızın ardından azgın sel sularına kapılan dalı izlersiniz dakikalarca. Dalın ellerinizden uzaklaşmış olmasına mı yoksa çabalarınızın bir işe yaramadığına mı üzüldüğünüzü bile çözemezsiniz. Ama bir an bile uzaklaşmaz gözleriniz daldan. İçiniz onu ister, bir yerlere takılıp duraksamasını diler. Beklersiniz… Dilediğiniz o anlık duraksayışı gördüğünüz anda azgın sulara atlayıp ona yetişmeye hazırsınızdır. Duraksamaz dal; üzülürsünüz. Sel suları sizi bulunduğunuz yerden söküp bilinmeyen bir yöne sürüklemeye başladığında üzüntünüz öfkeye dönüşür. Haykırırsınız akarsu yatağında bilinçsizce. Her geçen saniye daha da derinleşen sularda kaybolan benliğiniz, öfke kusan bir ucubeyle yer değiştirir isteğiniz dışında. İlgisi ve kabahati dahi olmayan konularda dala verip veriştirir, gıyabında yargıladıktan sonra onu asarsınız. Ardından darağacının altına çöker astığınız dal için ağlarsınız. Öfke kusan ucubenin ağzından çıkan sözleri unutturmak istersiniz. Bir af dileyişine dönüşür kirpiklerinize yapışan tuzlu ıslaklık. Dal dışındaki her şeyi unutmak istersiniz.
Bazen unutmak istersiniz… Vedalaşarak bir gömütlüğün derinliklerine yadigâr bıraktığınız duygularınızın, apansız can bulabileceğini unuttuğunuzu anlarsınız. Hangisini unutmanın daha ahmakça olduğuna takılmıştır aklınız. Fikrinizin dem tutmuş son ikliminde yüzünüze güneş çalınırken soğuk rüzgârın neden zihninizi kavurduğunu sorgularsınız. Hiçliğin ortasında yaşanan kavruluşun anlamı olmadığını da o an unutursunuz.
Bazen unutmak istersiniz… Dostluğunu sizden neden esirgediğini bile söyleyemeyecek kadar ürkek olanların, samimiyetlerini sorgulamayı unutmamanın anlamsızlığı düşer bilincinize. Anlam veremeyişinizin aslında bir anlamı olduğunu çok sonradan fark edersiniz. Fark ettiğiniz o gerçeğin tam olarak ne ifade ettiğini bilemeyişiniz, bir omuz silkişi olarak düşer bedeninize. Düşünce defterinizden koparılan…
"- Kopardılar biziiiiii birbirimizdeeeeennnnnnn!"
İçimdeki Adam'ın böğürmesiyle aniden duruyorum. Yeniden suskunluğuna dönmesinden aynı duraksamayı onun da yaşadığını anlıyorum. Hafızamın derinliklerinde uçuşan toz bulutunun ardından bilincimde bir melodi yayılmaya başlıyor. Donuk yüzümde yer işgal eden dudağımın iki ucu yavaşça kıvrılıyor. Gözlerimin önünde bir silüet canlanıyor. Yüzüne her baktığımda kendi burnumun boyutlarını kabul ettiğim -hatta ve hatta şükrettiğim- pamuk gibi bembeyaz sakalları olan dedemi anımsıyorum. Bir şarkıyı mırıldandığını hatırladığım tek ana geri dönüyor zihnim ve şarkının devamı dudaklarımdan tane tane dökülüyor: "Kopardılar bizi birbirimizden / Bir veda edip de sarılamadık / Ayrılık hem seni hem beni yıktı / Sevgilim seninle kavuşamadık…"
Bir çığlık atıyorum düşüncelerimde. Ama hemen ardından anlık bir tebessüm yayılıyor yüzüme. Adnan Şenses'in o acıklı sesi değil, dedemi hatırlamam neden oluyor o gülümseyişe.
Küçükken, dedemin evine gittiğimde pek sıkılmazdım. Orada hiç arkadaşım yoktu; yanımdan hiç eksik olmayan metal arabalarımla kendi kendime oynardım. Ortaokul sıralarına gelince dedeme yapılan ziyaretler benim için sıkıcı bir hâl almıştı. Şimdiki gibi 7/24 çizgi film yayınlayan kanallar, cep telefonu gibi şeyler yoktu. Kıçı kırık bir Walkman'im vardı ama ona da pil dayanmazdı! Vakit geçirmek için geriye sadece Aziz Nesin'in tefrika öykü dergisi ile Gırgır, Dıgıl gibi mizah dergilerini okumak kalırdı.
Can sıkıntısının had safaya vardığı bir ziyarette, ıvır zıvırın durduğu yüklüğe dalmıştım. Yorganlar, yer yatakları gibi şeyler dışında el ayak altından uzaklaştırılan eşyalar da o odada tutulurdu. Onu aç, şunu çek, derken teybin ve pikabın olduğu bir yeri keşfetmiştim. Ansiklopedi büyüklüğünde bir şeydi bulduğum teyp. Benim bildiğim ekolayzırlı "modern" çift kasetçalarlara benzemiyordu. Topu topu beş düğmesi vardı. Pikap deseniz, teybin bir alt modeliydi! İkinci bölmeden çıkan plaklarsa yaptığım vurgunu tadından yenmez hâle getirmişti. Tam o sırada da yüklük odasına giren dedem tarafından enselenmiştim.
Canımın sıkıldığının farkında olan dedem, pikabı fişe takmış ve bir plak seçmişti. İşte, Adnan Şenses'in "Kavuşamadık" şarkısını ilk o gün dinlemiştim. Tabii ki sonradan pikap bana armağan edilince ezberlemiştim. Hafızamda kalmasının en büyük sebebi ise dedemin anlattıklarıydı.
Ben, dedemi rakı içerken hiç görmedim. Kendimi bildim bileli namazını camide kılmaya çalışan bir tontondu. Ama onun hacca gitmeden önce iyi içtiğini anlamak için de Einstein olmaya gerek yoktu. Buzdolabındaki tüm su şişeleri ve içine yediveren gül yapraklarını tıkıp güneş ışığında bekleterek gül şurubu yaptığı şişelerin hepsi "Altınbaş" ya da "Yeni Rakı" şişesiydi.
Hayatımda ilk kez, bir pikap dokunabileceğim mesafedeydi. Dedem, nasıl çalıştığını anlattıktan sonra "Kavuşamadık"ın 45'liğini uzatmıştı. Cızırtılı ve trajik gelen ses eşliğinde dönmeye başlayan plağa odaklanmıştım. Hayli bir sonra dedeme baktığımda, uzaklara dalmış şarkıyı mırıldandığını görmüştüm. Bir yandan da elini hafifçe sallayıp "Hey gidi günler hey!" der gibiydi.
Bir yamacın ortasına inşa edilmiş olan dedemin evi ile stadyum arasında neredeyse kuş uçuşu beş yüz metre vardı. Dedem, evin küçük balkonunu işaret edip, "Adnan Şenses konsere gelince masayı balkona kurardım. O oradan söylerdi, ben evde kafayı çekerdim. Sesi çok gürdü, elektrik kesildiğinde bile şarkı söylemeye devam ederdi" demişti.
Eve döndüğümüzde pikap ve bir sürü plakla epey bir vakit geçirdim. Sonra Adnan Şenses'in pikaptan çıkan o cızırtılı ve trajik sesine kafayı takmıştım. Evimizde her türlü takım taklavat vardı ve ben bisikletti, atariydi, şuydu, buydu derken bir sürü şeyi tamir etmeye -ya da bozduğumu düzeltmeye- çabalardım. Trajik sesin hoparlörden kaynaklandığına karar verdiğimde önce pikabın hoparlörünü sökmüştüm. O dönemde evimizde zamanı geçtiği için süs eşyası olarak kullanılan kasalı bir radyo vardı. Yakalanırsam hayli bir fırça yiyeceğimi bilsem de güzelim radyonun içini de açmıştım. Çünkü ondan çıkan ses daha kaliteliydi. Radyonun hoparlörünü pikaba takıp lehimledikten sonra hevesle "Kavuşamadık"ı koymuştum…
İşe yaramamıştı; çünkü trajik sesin sebebi pikap veya hoparlör değil, Adnan Şenses'in yorumlamasıydı. Sesin kalitesi biraz artmıştı tabii, o ayrı mevzu. Ne var ki organ nakli muamelesi çektiğim hoparlör değişiminin son aşaması elimde patlamıştı. Radyoya taktığım hoparlörden ses çıkmamıştı. Neyse ki televizyon, radyoyu çoktan öldürdüğü için evdeki hiç kimse radyoyu bozduğumu anlamamıştı.
Hatıralardan uzaklaşıp tekrar yazıya dönmeye karar veriyorum. Nerede kaldığımı hatırlamaya çalışırken İçimdeki Adam tekrar böğürüyor: "Beni unutmaaaa / Gel söz verelim yıllaraaaaaa…"
Derin bir nefes alıp yüzümü sıvazlıyorum. Dizinin üstüne yerleştirdiği udu ile 32 dişini birden göstererek şarkı söyleyen Coşkun Sabah düşüyor aklıma. Ürperiyorum; "Bundan daha beter ne olabilir ki ulan?" diye sorduğumda, işkenceci iç sesim "unut" kelimesi geçen şarkıları peşi sıra böğürmeye başlıyor. Daha kötüsünü bulamayacağını düşündüğüm için pek umursamıyorum; ama yanılıyorum. Çünkü çok daha beterini buluyor ve oturduğum koltukta sıçramama neden olan o cümleyi, kahramanının ses tonuna benzer bir edayla tekrarlıyor: "Unutma! Unutulanlar, unutanları asla unutmaz!"
Bir küfür savuruyorum geceye. Ardından iç sesimle birlikte anlamsızca gülüşüyoruz. O da sıkılıyor daha beterini bulma arayışından. Sessizleşiyor.
"Unut" ile "umut" arasındaki anlam farkını tek bir harfin yaratıyor olmasına takılıyor zihnim.
Duruyorum…