Tuhaf bir alışkanlığım var… Her yıl, Çıldır Gölü'nün buz tuttuğuna dair habere ilk denk gelişimde çocukluğuma dönüyorum. O dönemde "deli eğlencesi" olarak gördüğüm ama şu anki aklımla "katmerli aptallık" olarak nitelediğim şeyler. Volkan'la birlikte yaptığımız "buzkros" manyaklığı… "Yapalım mı?" diye sorduğumda, "Hadi gidelim…" diyen tek kişi de oydu zaten.
Biz iki hergele, Çerkezköy'e kar düşüp ortalığın başak çatlatan soğuk kıvamına vardığı Ocak aylarında buz tutmuş suyun üstünde bisiklet sürecek kadar deli veya aptal cesaretine sahiptik. Ama tabii su katılmamış aptal da sayılmazdık. Buzun üstüne benim emektar Pinokyo bisikletimle çıkmadan önce iri bir taş ı atıp yeteri kadar kalın olup olmadığını test ederdik.
Şimdi düşünüyorum da insanlar ne kadar duyarsızmış? Bizim ilk hedefimiz Organize Sanayi-Kapaklı arasında kurumuş dere yatağı kenarına yapılan Remzi Garip evlerinin civarı olurdu. Orada temel atmak için kazısı yapılmış ama sonradan vazgeçilmiş iki yüz metrekarelik ve üç metre derinliğinde bir çukur vardı. Yağmurlarla su dolan çukur, başak çatlatan soğuklar gelince buz tutardı. Benim önerimle ilk buzkros sürüşünü orada yapmıştık.
Amma velakin bir seferinde çukurdan çıkarken zorlanmıştık; daha doğrusu Pinokyo'yu güç bela çıkardığımızdan- oradan vazgeçmiştik. Birkaç yüz metre uzakta vızır vızır arabaların geçtiği yolun hemen kıyısında biriken yağmur sularından oluşan bir gölet vardı. Pinokyo'yu oraya götürürdük. Biz iki afacan buz üstünde bisiklet sürüp delicesine eğlenirken bir kez bile bir araba durup, "Ne yapıyorsunuz siz? Çıkın oradan! Suyun içine düşeceksiniz!" dememişti. Çocuk aklımızla buzun kırılması hâlinde ne yapacağımıza dair plan yapardık elbette. Ama tabii buz gibi suyun içine düştüğümüzde yaşayacağımız fiziksel şok hakkında zerre fikrimiz yoktu. Buz tutmuş o gölet üzerinde kaç sezon bizim deyişimizle buzkros yaptık anımsamıyorum; ama göletin kıyısında buz kırılıp bacağım dizime kadar suya girince buzkrostan vazgeçmiştik.
Bir de garip merak anlayışımız vardı Volkan'la. Organize Sanayi-Çerkezköy arasında mor renkte akan derenin nerede başladığını merak etmiştik. Derenin kıyısında tarlaların içinde hayli bir yürümüştük; ama ilk keşfimiz, kumaş fabrikanın atık suları nedeniyle derenin morardığı olmuştu. Kimsenin bilmediği bir şeyi keşfetmiş gibi heyecana kapılmıştık. Ama derenin kaynağı da yoktu… Eğimden kaynaklanan yağmur sularından oluşup atık su ile coşan bir yerdi. O uzun yürüyüşünün ödülüyse böğürtlen çalıları keşfederek almıştık. Hayat tabii… Deneme-yanılma ile de öğrenilen bir şey ve henüz olgunlaşmamış böğürtlenlerden bir dünya yedikten sonra iki gün süren ishale yakalanılacağını da böyle öğrenmiştik. Tanrı, hiçbir delikanlının başına vermesin…
Volkan'ın memleketine gittiği günler çoğunlukla sıkıcı olurdu -ki zaten ben de gündüzleri babamın yanında çıraklık yapardım. Mahallede adaşım olan uyuz bir çocuk vardı. Mızıkçı bir şımarıktı. Maçın en heyecanlı yerinde artistlik yapar, meşin topunu alıp giderdi. Hepimiz işçi çocuğuyduk. Pek öyle oyuncağımızla kıyafetimizle övünme alışkanlığımız yoktu. Ama o şımarık çocuğun, nereden geldiğini bilmediğimiz ve o yıllarda Türkiye'de babamızın yarı maaşına satılan sükseli bir pabucu vardı. "Jump" markaydı sanırım. Ayak bileğine kadar uzanan basketbolcu ayakkabısıydı. Dil kısmında da mini bir basket topu vardı. Onu sıkıp bıraktıkça pabuç hava pompalar, ayak bileklerinin üst kısmındaki yer şişerek ayağı sarardı.
Bir gün "mors" adlı bilye oyununu oynarken mızıkçılık yapıp kaybetmiş olmasına rağmen misketleri kapıp tabanları yağlamıştı. Mors, tek dizi yere koyup vuruş yapılan bir oyun. Uyuz çocuk atış sırası ona her geldiğinde önce artist artist pabuçlarını şişirip öyle atardı. Akşam hava karardığında oğlanın binasına sızmıştım. Yanımda da dolaptan aşırdığım iki yumurta… O iki pabucun içine yumurta kırarken yüzümdeki sırıtışın boyutlarını siz düşünün artık… Ertesi gün sabah on gibi zile bastığımda balkona çıkan oğlana meşin topuyla sokağa çıkıp çıkmayacağını sormuştum. "Geleyim bari" demişti işin içine meşin top girdiğindeki o şımarık hâliyle. Gelememiş olması çok eğlenceliydi; tıpkı muhtemelen çamaşır makinesinde yıkandığı için artık şişmeyen pabuçlarının olması gibi…
Zavallı oğlana başka bir saldırıyı da yanlış hatırlamıyorsam yine Volkan'la yapmıştık. İnşaattan, orada çalışan işçilerden izin alarak kullanılamayacak kadar kısa elektrik tesisatı borusu almıştık. Onları bantlayıp kâğıttan yaptığımız külah okunuı boru içine koyar sonrada son gücümüzle üfleyerek kovboyculuk oynardık. Bu uyuz, bize iftira atıp boruları çaldığımızı söylemişti. Bizimkiler duymamıştı da Mustafa Amca, Volkan'ı hayli haşlamıştı.
Volkan çaktırmadan balkondaki çamaşır asılan naylon ipin bir sırasını yürütmüştü. O an ikimizin cebindeki para kola almaya yetmediği için ben yol ve çöp kenarlarında meşrubat/bira şişesi aramıştım. Artist oğlan aynı zamanda ödleğin tekiydi. Karanlıktan, köpekten, kediden her bir şeyden korkardı. Kış aylarında hava, anne-babalar işten gelmeden önce kararıyordu. Merdivenlerden tırmanıp ilk önce kapının tokmağını tırabzana naylon ipi iyice gererek bağladık. Kapının üstündeki gözetleme dürbününe de ciklet yapıştırdık. Zile bastık…
Oğlan, "Kim o?" diyor; biz zile basıyoruz, kapıyı "tak-tak" diye vuruyoruz. O sesini yükselttikçe biz daha hızlı vuruyoruz… Oğlan, kapıyı açmak için çekiyor çekmesine ama kapı bağlı; zile ise basılmaya devam ediliyor. Oğlan iyice ürkünce operasyonun son aşamasını gerçekleştirmiştik. Ama bu da en büyük aptallıklarımızdan biriydi.
Bakkalda satılan ve fitili bittiğinde "güm!" diye bir ses çıkararak patlayan "torpil" adlı bir zımbırtı vardı. Daha önceki deneyimlerimizden torpilin ucundaki birkaç santimlik fitilin kaçmak için yeterince zaman tanıdığını biliyorduk. Cam şişeyi kapının hemen dibine koyduk. Torpilin yarısını şişenin içine yerleştirdik. Kapıyı hızlı hızlı son bir kez yumrukladıktan sonra fitili yakıp torpili şişenin içine saldık. Sonra aşağı katlara doğru tabanları yağladık. Oğlansa o esnada ağlamaklı bir sesle hâlâ kim olduğumuzu soruyordu.
Apartman sahanlığında cam şişe içinde patlayan torpilin, açık alanda patlayana kıyasla on kat daha fazla ses çıkardığını ve o esnada şişeyi tuz buz ettiğini o gün öğrenmiştik… Biz iki kat aşağıya indiğimizde duyduğumuz ses o kadar çılgıncaydı ki, biz bile üç buçuk atmıştık. Neyse ki yaptığımız hayli tehlikeli olan aptalca şakamız yüzünden kimse yaralanmamıştı. Biz de çenemizi tutup olayın faili meçhul kalmasını sağlamıştık. Oğlanın ise iki üç hafta sokağa çıkmaması üzücüydü tabii. Çünkü meşin topu vardı…
"Maçan yiyorsa yatılı okulda sana yapılan 'hoş geldin şakası'nı da anlatsana?" diyor İçimdeki Adam. Klavye üzerinde dolaşan parmaklarım aniden buz tutmuş gibi kıpırtısızlaşıyor. Hızla geçmişe giden düşüncelerimin geri dönüşüyle yavaş yavaş başımı iki yana sallıyorum.
"Şahane bir şakaydı, Tubab!" diyor iç sesim bu sefer. Tıslarcasına, "Alçakçaydı!" diye mırıldanıyorum.
"Hadi ama, kabul et, on numaraydı!" diyor zat-ı muhterem. İç çekiyorum. İç sesim, doğru söylüyor; şaka on numaraydı on numara olmasına da sorun işleyişteydi. Zanlı değil mağdur olunca berbat bir his vermişti.
"Anlat hadi, lafı ağzında geveleme, her gencin başına gelebilir böyle şeyler…" diye zihnimde bir düşünce oluşuyor. Maalesef ki, onca yıl geçmesine rağmen yüzümde en ufak bir tebessüm dahi belirmiyor.
Çeşitli sorunlar nedeniyle Tekirdağ'daki Anadolu Lisesi'ne iki-üç hafta geç başlamıştım. Ben gittiğimde hazırlık sınıfı öğrencilerinin koğuşları dolu olduğu için son sınıfların koğuşuna yerleştirilmiştim. O dönemki yatılı okullar, şu anki çoğu yatılı okul gibi tatsız-tuzsuz değildi. Şimdilerde neredeyse her koridorda her koğuşta güvenlik kamerası var. Fırlamalık yapan bedelini ödemeyi peşinen göze almak zorunda.
Yatılı öğrencilerin yüzde yetmişi Tekirdağ'ın ilçelerindendi. Çoğumuz da hafta sonu evci iznine çıkardık. Ablam da yatılı okuduğu için ondan dinlediğim hikâyelerin Ve Hababam'ın etkisiyle ben ilk hafta hayli temkinli davranıp her an başıma bir sürpriz gelmesine karşı tetikte bekliyordum.
İlk hafta dertsiz geçti. İkinci hafta başladı. Yurtta çarşamba ve cumartesi duşlara sıcak su verilirdi. Çarşamba günü havlumu, şampuanı alıp duşlara çıktım. İçerisi şahane… Buhardan göz gözü görmüyor desen yeridir. Boş bir kabin bulunca daldım içeri. Hani umumi tuvaletlerde olur ya dar kabinler; kapısı normalden biraz alçak olanlardan? Hah, işte öyle bir yerdi. Kapıyı kapayıp sürgüyü ittirdim, havluyu ve kirli çamaşırlarımı koyduğum torbayı kapıdaki askıya astım. Kaynar suyla bir güzel yıkandım. İşim bitince havlumu almak için döndüm. Maalesef ki tahmin edeceğiniz üzere ne havlu vardı askıda ne de kirli çamaşır torbası…
Duşun içinde cızdımlak kaldım. "Hoş geldin şakası" olarak adlandırılan bir şakanın kurbanı olduğumu anlamak için Einstein olmaya gerek yoktu. Aslında bir miktar dikkatli olsaydım, duş almak için yukarı çıkanların yanlarına misina ya da ince naylon ip alma nedenlerini de anlayabilirdim. Çünkü aklı olan misinanın bir ucunu parmağına veya musluğa diğer ucunu havluya bağlıyordu duş alırken.
İnsaflı bir fırlama grubuna denk geldiğimi umarak kapıyı aralayıp başımı dışarı uzattım. "Hani belki havluyu yere atmakla yetinmişlerdir" umuduyla. Havluyu görsem, kirli ve ıslak olmasına rağmen çılgınlar gibi mutlu olup sevineceğim. Ne var ki yatılı okullar bazen çok acımasız oluyor…
Yaklaşık iki saat duşun içinde mahsur kaldım. İçerisi çıplakken bile üşünmeyecek kadar sıcaktı. Ara sıra da suyu açıyordum. İşin fenası, yatılı okullarda şaka kurbanı olmak bir "son" değil "başlangıç"tır. Hem yersiniz hem de sonrasında bol bol dinler, alay konusu olursunuz. Bana da öyle oldu tabii. Sık sık kapıyı yumruklayıp, "Çıksana dışarı! Utanma lan! Yiğidin malı meydanda olur!", "Nöbetçi geliyor oğlum, sigara kontrolü var. Üstelik nöbetçi hoca, Ticit'çi. Hazır ola geçmeyi unutma!" benzeri cümleleri dile getiriyorlardı.
Kapı kapalı… Evet, havluyu askıya öylece asacak kadar ahmaktım ama kapının öte tarafında kaçıncı sınıf fırlaması olduğunu bilmeden dere tepe tüm düz sövecek kadar beyinsiz değildim. En sonunda buharın yapacağı perdelemeye yürekten inanarak dışarı çıkıp havlumu bulmaya karar verdim. İtiraf etmek gerekirse havlunun tamamen yok olduğu ve koğuşa çıplak gitme olasılığını aklımdan dahi geçirmedim.
Kapıyı açıp önce başımı dışarı çıkardım. Ters yönde dört hergele, "Çık lan, utanma!" diyor… El mecbur çıktım. Canını kaybetmek üzere olan biri gibi, "Havlum nerede!" diye bağırarak onların üstüne doğru koştum. Neyse ki oğlanlar sadece bir üst sınıftandılar. Ama tabii sonuç değişmedi; çünkü havlu onların yanında değildi.
Totomu onlara dönmemeye dikkat ederek ve baraj kurmuş bir futbolcu misali gerekli tedbiri alarak onlardan uzaklaştım. Beş metre kadar geriledim. Durum o denli berbattı ki, sağlam bir dayak yemeyi dahi göze almıştım. Önünden geçtiğim kabinden su sesi geldiğini fark edince içeridekinin kim olduğunu umursamadan kolumu uzatıp havluyu kaptığım gibi dışarı çektim. Sonradan havluya ip bağlama işini öğrenince o an çok ama çok şanslı olduğumu anlamıştım. Havluya sarınırken bir yandan da üç buçuk atıyorum içeride kimin olduğunu bilmediğim için. "Abi, havlumu çaldılar! Koğuşta giyinip hemen getireceğim havlunu" dedim. Ben koşarak duşlardan çıkarken o dört hergele de tek şakayla iki kuş avladıkları için kahkahalarla gülüyordu. Üstümü giyinip tekrar duşlara çıktım. Kapıdan içeri girmiştim ki, "Çat!" diye bir şamar sesi tüm duşta yankılandı. Biraz daha ilerledim. Bir baktım ki son sınıf öğrencisi olan biri benim havluyu beline dolamış, duvar kenarındaki dört hergeleyi sıra dayağına çeker gibi şamarlıyor.
Üç buçuk atmanın katsayılarına ulaşmam sanırım o an için gayet normaldi bence. Abi, beni fark edince arkasını döndü. Şamarın kralını yemeyi peşinen sineye çekerek yanına gittim. "Abi, havlunu getirdim, özür dilerim" dedim. Ya insaflı bir insan evladıydı ya da yeteri kadar ufaklık şamarladığı kanaatindeydi. Bana bir süre pis pis baktıktan sonra, "Güzel havluymuş" deyip annemin henüz on gün önce aldığı yepyeni havluyla yürüyüp gitti.
Tabii o güne kadar olayın hangi durumda gasp hangisinde ise "ganimet" olarak adlandırıldığını öğrenmiştim. Havlu, abinin ganimetiydi… Yatılı okulda hızlı öğrenilen diğer bir şeyse yapılana karşılık vermemenin dert getirdiğiydi. O dört hergelenin ikisinin havlu olayında sadece izleyici olduğunu öğrenmiştim -ki abinin şamarı onlar için yeterliydi. Üçüncü hergeleyi, birkaç arkadaş edindikten sonra ben de duşlarda yakalamıştım. Su sesinin kesilmesinin hemen ardından kırtasiyeden aldığım bir şişe siyah mürekkebi kapının üstünden boca etmiştim. Kimin yaptığını görmek için kapıyı açan ve siyaha bulanmış hâliyle penguene benzeyen oğlanın yüzüne, şişenin dibinde kalan mürekkebi atmak çok eğlenceliydi. Tıpkı oğlanın takma adının o günden sonra Penguen kalması gibi.
"Facia" olarak nitelendirilebilecek başka bir şakanın kurbanı olmadım. Havlu-mürekkep işi de sidik yarışına dönmemişti. Şanslıydım; çünkü son sınıfların koğuşundaydım ve ufaklıklardan birinin şaka yapmak için son sınıf koğuşuna dalması akıl kârı değildi. Havlu şakasına misilleme olarak yaptığım saldırı ise bir süre sonra başlı başına bir şakaya dönüştü ve ufaklıkların hiçbiri erketesiz duşa girmemeye başladı.
Havlumun araklanması işinin fikir babası olan dördüncü hergeleye gelince… Kader; bir süre sonra onu, bana tuvaletlere giden merdivenlerde sundu. Ortalıkta kimse yoktu, benim hemen önümde tuvalet kâğıdı rulosuyla yürüyordu, tuvalet musluğunun hemen altındaki kırmızı renkli maşrapanın tetiklemesiyle verilen anlık bir karardı, iğrenç ve berbat bir saldırıydı… Bu nedenle de çenemi tutup olayın faili meçhul kalmasına dikkat etmiştim. Oğlan için gerçekten çok talihsiz bir zamanlamaydı. Ocak ayıydı… Günlerden pazardı… "Ilık" ve "sulu" bir saldırısıydı… İlk duş gününe üç gün vardı…